RÖPORTAJ: Henri Cartier-Bresson

XX. yüzyıl fotoğrafının en önemli ikonlarından biri olan Fransız fotoğrafçı Henri Cartier-Bresson‘un, Amerikalı talk-şovcu Charlie Rose ile 2000 yılında yapmış olduğu bir TV röportajını, 104. doğum yıl dönümü vesilesiyle sizlere sunuyoruz.

https://www.sanalsergi.com/icerik/uploads/2020/01/Henri Cartier-Bresson - Charlie Rose.mp4

Charlie Rose: Bir defasında, “Ben fotoğrafları değil, fotoğraflar beni çekiyor.” demişsiniz.

Henri Cartier Bresson: Evet.

C.R: Bundan kastınız neydi?

H.C.B: Duyarlılık… Sezgi ve duyarlılık… Doğrudan istememek. İstememelisiniz. Sadece algılıyor olmalısınız.

C.R: Sizce “kompozisyon” nedir?

H.C.B: Geometri.

C.R: Demek geometri. Peki, bununla mı doğmuşsunuz? Yani “geometri” algısıyla…

H.C.B: Bu görgüye sahip olmalısınız.

C.R: Bir seferinde, yine fotoğrafçılıkla ilgili olarak; “Zaten bilinmesi gerekli olan bir şey öğretilemez” demişsiniz.

H.C.B: Evet. Sizin fikriniz nedir?

C.R:  Muhtemelen doğru olduğunu düşünüyorum. Öte yandan siz bir usta olarak kabul ediliyorsunuz.

H.C.B: (parmağını deklanşöre basarcasına hareket ettirerek) Küçük bir parmağı nasıl kullanmanız gerektiğini öğretmekten başka bir şey değildir.

C.R: Sadece küçük bir parmak…

H.C.B: Uyanık olması gerekli parmaklarız. Bilemiyorum…

C.R: Fotoğrafınız sanata karşı daha önceden var olan ilginizden etkilendi mi?

H.C.B: Fotoğrafçılığımın sadece anlık bir gidişatı var. Tahmin etmeli ve hızla fotoğrafın avantajını kullanmalısınız. Üç parmağınızla birlikte bilmeniz gereken bir şey… O anda bir meditasyon gerçekleşiyor. Fotoğrafçılık olayın sadece “Bang!” diye çekme kısmı.

C.R: Bu oda da etrafa bakıyorum. Ve buradaki tüm fotoğraflarınız muhteşem… Sadece benim değil herkesin fikrince birçoğu takdire şayan. Asla fotoğraflarınızı evinizin duvarlarına asmıyorsunuz.

H.C.B: Hayır.

C.R: Hiç kendi fotoğrafınızı da basmadınız. Basılması için dışarıya veriyorsunuz.

H.C.B: Bir arkadaşım basıyor. Nasıl baskı yapılacağını bilmiyorum. Ayrıca zaman alıyor. Ben sadece çekmesini seviyorum.

C.R: Sadece çekmesini… Neyini seviyorsunuz?

H.C.B: Fotoğrafı düşünmüyorum. Neyi gördüğümü ve geometriyi düşünüyorum. Demek istediğim her şeyin yerli yerinde düzenlenmesini…
C.R: Ve resme geri döndünüz.

H.C.B: Resmi asla bırakmadım. Fotoğraf makinesi de çizmenin bir yolu.

C.R: Fotoğraf çekerken ne zaman deklanşöre basacağınıza dair bir zamanlamanız mı var?

H.C.B: Konu beni etkilediğinde, ben sadece algılayıcı olup, çekiyorum. Bir sessizlik içinde sadece yoğunlaşmak… Yoğunlaşmak… Ve kesinlikle istem dışı olarak, algılayıcı olmalısınız. Hatta hiç düşünmemelisiniz. Beyin biraz tehlikeli… Duyarlılık… (bu sırada havayı koklarcasına içine nefes çekerek) bir koku… Oop!

C.R: Bu çizim içinde geçerli mi?

H.C.B: Hayatın geneli için geçerli.

C.R: Genel olarak… (karşılıklı gülüşmeler) Çok iyi… Bu bir yaşam felsefesi… Müsaade etmek, özümsemek… Savaş öncesinde, yani Magnum’u kurup, foto muhabir olmanızdan evvelki eğilimleriniz savaş sonrasında nasıldı?

H.C.B: Bunların hepsi sadece bir takım yaftalar…

C.R: Hiçbir anlamları yok.

H.C.B: Hiçbir anlamları yok. Duyarlı olabilmek için gerçeklikle kurulan ilişki… Ve bir parçası olmak… Algılayıp, parçası olmaya çalışmak…

C.R: “Serializm” fotoğrafınızı etkiledi mi?

H.C.B: Bilemiyorum. Bu konuda hiç düşünmedim.

C.R: Genç bir adam olarak sizin için harekete eşlik etmek…

H.C.B: Bilmiyorum.

C.R: Çok gençtiniz…

H.C.B: “Genç” ne demek? Bilmiyorum. Canlı mısınız, yoksa değil mi? Kırışıklıklar… Onlar içinse yapabileceğim hiçbir şey yok.

C.R: Ama beyin hala genç…

H.C.B: Tabii ki…

C.R: Kalp hala genç…

H.C.B: Ben bir anarşistim.

C.R: Bir anarşist!

H.C.B: Evet.

C.R: Ne şekilde?

H.C.B: Şiddete başvurmayan…

C.R: Ama nasıl bir anarşist? Ne yapmak peşindesiniz?

H.C.B: Polisin ortalıkta olduğu vakit, sadece onların önündeyken öyleyim.

C.R: (Kahkahalarla güler) Yaşadığınız bu hayat anarşi değil öyle değil mi?

H.C.B: “Anarşizm” bir etiktir. Bir davranış biçimidir.

C.R: Siz nasıl davrandınız?

H.C.B: Polisin ortalıkta olduğu vakit, sadece onların önündeyken…
C.R: (Bir süre güldükten sonra) Sizi fotoğrafçı olmak konusunda etkileyen bir şeyler olmuş olmalı.

H.C.B: [(…) Çevrilemeyen tümce – ç.n] Fotoğraf makinesi kullanıyorum ama… Herkes… Milyonlarca fotoğrafçı… Birçok fotoğrafçıyla karşılaşıyor ve görüyorsunuz.

C.R: Kendinizi bir sanatçı olarak görüyor musunuz?

H.C.B: Puff! Ben sadece bir insanım. Duyarlılığı olan herkes sanatçıdır, olay sadece bu!

C.R: Son günlerde birçok kişiyle dünyanın gidişatı konusunda sohbetlerim oldu. Globalleşme… Bu konuda ne dersiniz? Avrupa için ne anlama gelecek? Bu konu hakkında hiç düşündünüz mü? Sizi ilgilendiriyor mu? Dünyanın gidişatı ve hızlı değişimi hakkında endişeleriniz var mı? Kültürel hazine olarak insani bir şeyler kayboldu mu?

H.C.B: Günümüzde toplumlar hızla parçalara bölünüyor.

C.R: Nasıl?

H.C.B: Zengin ve fakir arasındaki gerginlik gittikçe büyüyor. Zengin ve fakir ülkeler arasında…

C.R: Bunun teknolojiyle bir alakası var mı? Teknolojisi olan ya da olmayan?

H.C.B: [(…) Çevrilemeyen tümce – ç.n] Oldukça tehlikeli!

C.R: Çünkü?

H.C.B: Her şeyi bir araya getirip karıştırıyorsunuz. Purrrrr! (Karıştırma işlemini vurgulamak maksadıyla bir ses çıkarıyor.)

C.R: Homojenleştirme… Hepsi homojenleşiyor.

H.C.B: Ve “Anarşizm” bir tür etik.

C.R: Sizin yaşadığınız biçimde…

H.C.B: Evet, tabi aynı zamanda davranış olarak ta…

C.R: Davranış olarak ta… Ölüm ilanınızın ilk satırlarında sizin için ne denmesini istiyorsunuz? “O bir anarşistti” mi? Ya da?

H.C.B: Ölüm ilanının sırası uygun bir vakitte gelir. Aceleye gerek yok.

C.R: Burada etrafa göz attığınızda gördüğümüz sizin kişisel tarihçeniz… Afrika… Genç bir adam olarak Afrika‟ya gittiniz. Sizin için etkileyici miydi?

H.C.B: Orada fotoğrafa geri dönüş yaptım. Tüm kaderim zaten bana anlatılmıştı.

C.R: Max Jacob‟s annesi tarafından…

H.C.B: Tarot.     

C.R: Tarot kartları

H.C.B: Tarot kartlarıyla… Evet.

C.R: Sizin Asyalı bir kadınla evleneceğinizi, yapmak isteyecek bir şey bulacağınızı da söyledi. Daha başka neler dedi?

H.C.B: (Bir mahcubiyet içerisinde kafasını yana doğru kaçırarak) Çok uzun yaşayacağımı ve biriyle evlenip çok mutlu olacağımı söyledi.

C.R: Yaşlandığınızda birisiyle evleneceğini söyledi.

H.C.B: Oh, evet.

C.R: (Bir süre güler) ve bunun sizi mutlu edeceğini… Kehanette söylenenler oldukça net ve doğruymuş.

H.C.B: Zaman geçmiyor. Bu sadece kadranın hareket edişiyle ilgili bir problem… Zaman ve boşluk…

C.R: Öncesinde belirlenmiş…

H.C.B: Evet.

C.R: Şöyle de bir hikaye var. Büyük babanıza bir mektup yollamışsınız. Çünkü o an ölmekte olduğunuzu düşünüyormuşsunuz. Debussy’nin Yaylı Sazlar Dörtlüsü eşliğinde Normandiya’ya gömülmek istediğinizi söylemişsiniz.

H.C.B: Evet, Debussy Yaylı Sazlar Dörtlüsü… “Bana çok pahalıya patlar. Derhal geri gel” dedi.

C.R:“Derhal geri gel, böylesi bir cenaze çok pahalıya mal olur.”

H.C.B: “Karahumma”

C.R: Hastalığınız buydu, öyle değil mi?

H.C.B: Evet. Genellikle birkaç gün sonrasında ölürsünüz.

C.R: Ölmekte olduğunuzu mu düşündünüz?

H.C.B: Şuurum tamamen kapalıydı.

C.R: Sizde diğer gençler ve genç Fransızlar gibi dünyayı, ama özellikle sömürgeleştirilmiş dünyayı görmek için yola çıktınız. Hindistan, Afrika, Asya… Bu sadece bir anarşistin ruhi hali miydi? Sizi motive eden neydi?

H.C.B: Yaşamak…

C.R: Yaşamak ve öğrenmek…

H.C.B: Evet.

C.R: Camus’nün, Gandi’nin tüm bu fotoğrafları birçok insana yüzyılımızın en büyük sanatçısı olan sizin işlerinizin sinyallerini gönderiyor. Bu bir anlama geliyor. Öyle değil mi?

H.C.B: Gandi’nin şu fotoğrafını mı kastediyorsunuz?

C.R: Evet.    

H.C.B: O’na Modern Sanat Müzesi tarafından basılmış olan bir kitap vermiştim. Kitabın içinde “O”nun bir fotoğrafı vardı.

C.R: Renê (ç.n: Fransız şair René CHAR olması olasılığı var.)

H.C.B: Gandi muhteşem olduğunu söyledi. [(…) Çevrilemeyen tümce – ç.n] Onun büyük Fransız şair olduğunu söyledim. “Ölüm, ölüm, ölüm” dedi, kitabı kapattı. Yarım saat sonraysa öldürüldü.

C.R: Bu ne demek oluyor? Yaşamın değeriyle ilgili bir şey mi? Sizde öyle düşünmüyor musunuz?

H.C.B: Evet… Ve ben çok şanslıydım. Çünkü arka cebimde her zaman…

C.R: Para mı?

H.C.B: Hayır. Film vardı. 5 makara filmim vardı ve Gandi’nin cenazesini takip ettim.

C.R: Bir fotoğrafı muazzam yapan unsur sizce nedir?

H.C.B: Şekil, geometri ve (Bir şeyleri koklar gibi nefesini içine çekerek) hissettiğiniz ama tarif edemediğiniz bir şey olan, duyarlılığın birleşimidir. Hayal gücü… Bilemiyorum.

C.R: Ve bu öğretilemez…

H.C.B: Hayır.

C.R: Hayatınız hakkında pişmanlık duyduğunuz herhangi bir şey var mı?

H.C.B: Chim ve Capa çok zamansızca öldürüldüler.

C.R: Robert Capa ve David Szymin zamansızca öldürüldüler.

H.C.B: Hemen hemen aynı yaşlardaydık.

C.R: Ve arkadaştınız…

H.C.B: Hayır. Birbirimizden çok farklı olmamızla birlikte güçlü bir birliktelik vardı. Szymin (Chim) bir düşünür. Capa ise bir maceraperestti.

C.R: Capa sizin Magnum’u kurmanıza yardımcı oldu mu?

H.C.B: Bu daha çok Chim’in fikriydi.

C.R: Magnum fikri…

H.C.B: Evet. Chim bir düşünürdü. Capa ise tam bir maceraperestti. Birbirlerinden oldukça farklılardı.

C.R: Ve siz ise?

H.C.B: Pıh! Hiçbir şey…

C.R: (Gülerek) Hayır…

H.C.B: Tam bir birliktelik…

C.R: Tam bir birliktelik derken…

H.C.B: Capa‟nın paramızı alması dışında. Ve Chim, daha çok para kazanabilmemiz için durumu nasıl idare etmemiz gerektiğini biliyordu. Capa bir kumarbazdı. Ama at yarışlarını her zaman kazanamıyordu. Ama bu… Önemli değildi.

C.R: Matisse? Onu tanıyor muydunuz? Onun fotoğraflarını çekmiştiniz. Sizin bir arkadaşınız mıydı?

H.C.B: Arkadaşım olamazdı. Ben çok gencim. (Gülerek) Yani o zaman genç bir adamdım. Matisse, Bernard Buffet, Picasso… Picasso bir ressam değildi. İlk zamanlarında evet ama daha sonrasında her şeyi manipüle eder oldu. Ama Bernard tüm hayatı boyunca öyleydi.

C.R: Ressamdı.

H.C.B: Her zaman. Matisse‟de başından sonuna kadar bir ressam oldu.

C.R: Fotoğraflarınızı çektikten sonra asla kadrajlamıyorsunuz.

H.C.B: Hayır hiçbiri kadrajlanmamıştır.

C.R: İzin vermezsiniz.

H.C.B: Öyle bir durum yok. Ama kendinizden eminseniz istediğiniz görüntü zaten aynen oradadır.

C.R: Bunun yanı sıra aynı sahnenin çok fazla fotoğrafını çekmiyorsunuz.

H.C.B: Öyle bir kural yok. Bu içinde bulunduğunuz koşullarla ilgilidir. Kimi zaman öyle olmalıdır.  Bazense önemsemezsiniz. Olanlar saniyeden saniyeye değişim gösteriyor. Hep aynı kalmıyor.

C.R: Neden fotoğrafı bırakıp, resme başladınız?

H.C.B: Fotoğraftan asla vazgeçmedim.

C.R: Şahsi izlenimime göre, resim sizin için daha öncelikli…

H.C.B: Bazen çiziyorum. Kimi zamansa elimde makinem var. Ama o da sonuçta bir tür araç…

C.R: Bu aynı zamanda, sizin fotoğraf makinesine dair açılımınız mı? O da fırça gibi basit bir araç mı?

H.C.B: Kesinlikle…

C.R: Daima yanınızda taşır mısınız?

H.C.B: Bugün değil…

C.R: (tekrarlar) Bugün değil…

H.C.B: Asla ne olacağını bilemezsiniz. Taşımam gerekirdi. (bir süre ceplerine bakınır, ardından birkaç kurşun kalem çıkarır)

C.R: O bir tükenmez kalem mi?

H.C.B: Hayır… Kurşun kalem… Kurşun…

C.R: Kurşun… Yaşamınızın en iyi dönemi, en iyi an’ı hangisiydi?

H.C.B: Hapishaneden kaçtığım zamandı.

C.R: Üçüncüsünde… Daha önce sizi iki kez yakalamışlar.

H.C.B: Her şey çok ilginç…

C.R: Hapishanede olmak berbattı, değil mi?

H.C.B: Evet.

C.R: Peki, kiminle? Claude Frank ile beraber kaçtınız. Öyle değil mi?

H.C.B: Evet. Claude Frank ile…

C.R: Nasıl kaçmıştınız?

H.C.B: (uzunca bir süre sessizliğe bürünüp, sıkıntılı bir ifade ile) İnsan, kaçmayı başaramayanları düşünüyor. Ben şanslıydım. (yine uzun süre bir sessizliğe bürünüyor)

C.R: Demek kaçmayı başaramayanları düşünüyorsunuz.

H.C.B: Evet. Parava Ruska, Polonya’nın en ücra köşelerinden birindeydi. Neyse ki bütün bunlar artık çok geride kaldı…

C.R: Geride mi kaldı?

H.C.B: Evet…

C.R: Fakat konuşurken hala sizi çok etkiliyor.

H.C.B: Evet…

C.R: Gün geçtikçe insanoğlu daha fazla uygarlaşamıyor. Bosna, Kosova, Srebrenica… Tüm bu insanlık dışı şiddet, lüzumsuz ölümler… Savaş, sizi değiştirdi mi?

H.C.B: Bu çok açık…

C.R: Asla ‘renkli’ değil…

H.C.B: Ben resmi ‘renkli’ olarak seviyorum.

C.R: Renkli olarak…

H.C.B: Evet.

C.R: Ama fotoğrafı renkli sevmiyorsunuz.

H.C.B: Evet.

C.R: Bunlar erken dönem işleriniz. Bazıları burada duvarlarda asılı… Mesela… Bu Marsilya’daki, Allees du Prado, yıl ise 1932. Ne görüyorsunuz? Mükemmel düzenlenmiş. (sağlı sollu ağaçların sıralandığı yolda; fötr şapkalı, pelerinli ve şemsiyeli bir adam fotoğrafı)

H.C.B: Bilemedim.

C.R: (Meksika’da çektiği fotoğraflardan birisini göstererek) Bu sizin Meksika’da olduğunuz dönemden…    

H.C.B: Evet… (başka bir fotoğrafa geçtikleri anda) Matisse bunu beğendi. O’na bu fotoğrafın bir baskısını verdim.

C.R: Neden beğendiğini biliyor musunuz?

H.C.B: Bilmem. Ama iyi düzenlenmiş. Ben fotoğrafın ne zaman çekileceğini biliyorum. Hepsi o kadar.

C.R: Ne zaman çekileceğini mi biliyorsunuz?

H.C.B: Evet. Şu anda bir makinem olsaydı… (ağzıyla deklanşör sesi çıkartıp, Charlie Rose’u elleriyle kadrajlayarak)

C.R: Tam şu anda çekerdiniz…

H.C.B: Evet.

C.R: Doğru an olduğunu bilirdiniz.

H.C.B: Burada tamam… Ama burada değil. Gözü memnun etmelisiniz.
C.R: Gözünüzün memnuniyeti…

H.C.B: Evet. Bu… (bir tarafa doğru eğilip, elleriyle Charlie Rose’’u kadrajlayıp) Evet, tamam. (ardından diğer tarafa eğilip) Ama bu… Hayır… Tüm bunlar incelikli… Aynı zamanda da gizemli…

C.R: Siz fotoğraf çekmek için doğmuşsunuz…

H.C.B: Bilmiyorum.

C.R: Ben biliyorum. (galeride asılı fotoğrafları ve elinde tuttuğu albümü göstererek) Tüm bunlar zaten söylüyor. Kendiniz için en doğru aracı bulmuşsunuz.

H.C.B: Evet. Fakat benim birçok öncülüm var.

C.R: Kimler?

H.C.B: Kertez, Walker Evans…

C.R: Diğerleri?

H.C.B: Özellikle Kertez.

C.R: O, nasıl sizin öncülünüz oluyor? İşlerinin kalitesi yüzünden mi?

H.C.B: Evet. Kesinlikle… Hiç muhabbetim olmadı. Ama işlerinin kalitesi… Huh!

C.R: Daha başka kim? Diğerleri?

H.C.B: Chim ve Capa…

C.R: Elbette… Yabancı diyarlara… Yabancı şehirlere gitmeyi seviyorsunuz. Etrafta öylece geziyorsunuz. Neyi yakalamak için?

H.C.B: Şayet bilseydim. Bunu yapmazdım.

C.R: Sadece meraktan mı?

H.C.B: Hayır. Bu yaşamak… Bakmak… Bu bir nevi çizmek… (bu arada 4 adet köpeğin(!) bulunduğu bir fotoğrafı gösteriyor) Köpekler, babamın canını sıkıyordu.    

C.R: Babanızın canını mı sıkıyordu?

H.C.B: Evet, çünkü ben onları banyoda yıkıyordum.

C.R: Evet?

H.C.B: Babam ‘ama senin kız kardeşlerin var’ diyordu. (ardından uzunca süren gülüşmeler)

C.R: Bu sizin eski bir pasaport fotoğrafınız.

H.C.B: Bu mu?

C.R: Hayır. Bu…

H.C.B: O’nu Gretchen Powell çekti.

C.R: Kim?

H.C.B: Bir fotoğrafçıydı.
C.R: Bu Luis Buñuel’den bir set fotoğrafı. Onunla asistanı olmak için konuşmuşsunuz.

H.C.B: Evet. Fakat bir asistana ihtiyacı yoktu.

C.R: Jean Renoir’ı görmeye gittiğinizde ne oldu? Size yanında bir iş verdi.

H.C.B: Evet. 2. asistanıydım.

C.R: Bir film yapımcısı olmaktan hoşlanacağınızı mı düşündünüz?

H.C.B: Hayır.

C.R: O zaman neden onun için çalışmaya gittiniz?

H.C.B: Sadece filmin görselliğiyle ilgileniyordum. Ama diyaloglar için ‘kelimeler’ gerekliydi. Doğru kelimeyi ancak o rolü kimin oynayacağını bilerek bulabilirdiniz. Harikaydı. Sabaha da gidip çekiyordunuz. Yapımcı için pahalıya patlayan bir şeydi. Jean’ın zamanlarıydı çünkü her ne isterse anında yapılıyordu. Tutkulu biriydi. Tutkunuz azalırsa zaten geriye de bir şey kalmaz.

C.R: İyi bir hayat sürdüğünüzü düşünüyor olmalısınız.

H.C.B: Hiçbir yakınmam yok.

C.R: Yakınmanız yok!

H.C.B: Yakınmam yok!

C.R: Hayır.

H.C.B: Hayır… Hayır… Yok! Yakınma…

C.R: Hiç yok?

H.C.B: Tavırlarımla ilgili yakınmalarım olabilir. (gülüşmeler) Evet…
C.R: Büyük bir adam, büyük bir sanatçı olduğu için Jean Renoir’a çalışmak için gittiniz.

H.C.B: Bir dev…

C.R: Bir dev… Tıpkı sizin gibi bir dev…

H.C.B: Orada durun…    

C.R: Hayır. Durmayacağım. Bunu neden kabul etmiyorsunuz?

H.C.B: Bunu arkadaşlarıma sorun.

C.R: Arkadaşlarınızın tamamı aynı şeyi söyler.

H.C.B: Ben aslen bir anarşistim. Ondan dolayı böyle bir şey yok!

C.R: Bunun anarşist olmakla ne alakası var? Belki de bir anarşistten yansımalar olan bu sıra dışı işlerin burada olması gerçeğiyle bir ilgisi olmalı. İşleri biraz karıştırmak, özel bir şeyler yapmak istediniz.

H.C.B: Suçumu kabul ediyorum. Bitti.

C.R: Sadece bu da değil. Mahcup olduğunuzu biliyorum ama lütfen bana biraz katlanın… Önemli bir sanatçısınız. Örneğin kübizmi ele aldığımızda, belli başlı sanatçılarının kimler olduğunu biliriz. Braque, Picasso, Cezanne… Fotoğraf alanındaysa, siz önemli bir sanatçısınız. Bunlar size gevezelik gibi geliyor. Bir anlamı yok…

H.C.B: Her seferinde daha iyisini yapmaya çalıştım. Hepsi bu…

C.R: Bundan daha iyi nasıl olunabilir? Bu işler 30’lara… 40’lara… 50’lere… uzanıyor. Ve ben bunlardan daha iyi fotoğraflar çeken başka birisini bilmiyorum.

H.C.B: Şu sıralar portreler çekiyorum… Ki bu en zorudur.

C.R: Neden?

H.C.B: Orada yokmuşçasına, fotoğraf çekmiyormuşçasına davranmalısınız. Ve öyle fotoğraf çekmelisiniz. Portre çekmeyi çok seviyorum.

C.R: Demek çok seviyorsunuz.

H.C.B: Evet. Şu an sizin portrenizi makinem olmaksızın çekiyorum. Derdim de bu…

C.R: Her yüz birbirinden farklı olduğu için mi portreleri seviyorsunuz?

H.C.B: Çünkü çok zor. Bir yerlerde yazmıştım. Tekrarlayacağım için mazur görün. Adeta tenle gömleğiniz arasına bir makine koymak gibi… Bu çok hassas… Resim yapmak gibi bir şey olduğundan, çok önemli… Gömleğinizle teniniz arasındaki bir makine, bu insanlara bu gözle bakmaktır. Ve sezmek, sezmek, sezmektir. Sezmelisiniz. Her zaman sezmeli…

C.R: Sezmek derken?

H.C.B: Neyi? Onu bilmiyorum. Ama sezmek… Bir yüzün anlamını…

C.R: Fotoğrafınızın çekilmesinden hoşlanmıyorsunuz.

H.C.B: Gerçekten umursamıyorum.

C.R: Umursamıyorsunuz.

H.C.B: Duruma bağlı…    

C.R: Bu konuyla ilgili bir hikaye var. Oxford’da size onursal derece verilirken ne yaptınız? (her ikisi de gülerler)

H.C.B: Kep ile cüppem vardı. Hayır, çünkü neredeyse utanç vericiydi.

C.R: Öyle miydi?

H.C.B: Fazla tanınmak rahatsız edici bir durum! Bunun için müteşekkirsiniz… Fakat bana rahatsızlık veriyor.

C.R: Rahatsızlık mı veriyor?

H.C.B: Kesinlikle.

C.R: Onursal dereceyi alış biçiminizden mi?

H.C.B: Bir anarşist için rahatsız edici…

C.R.: Bunu geçiştirmenize izin vermeyeceğim. ‘Anarşist’i bana tanımlar mısınız?

H.C.B: Anarşizm bir ahlaki anlayıştır.

C.R: Ahlaki bir anlayış derken? Bunu tanımlayabilirsiniz.

H.C.B: Bir tavır… Davranış… Seçmek ve nihayetinde sevmek…

C.R: Nihayetinde sevmek…

H.C.B: Kesinlikle… Öncelikle zihinsel ve ruhsal olarak… Nihayetinde de fiziksel olarak…

C.R: Tavır ne demek? Bu nedir? Bir anarşistin sahip olduğu tavır nedir?

H.C.B: Bir zorunluluğu yerine getirmek… Kendinle uzlaşmayı engellemek için…

C.R: Uzlaşmalar?

H.C.B: Evet. Evet. Ve katı da olmamak… Çok ince bir çizgi…

C.R: Evet. Size katılıyorum.

H.C.B: Bu toplumda yaşamak çok özel bir his…

C.R: Bu toplumda yaşamak nasıl?

H.C.B: Dünya çökerken… Geri dönemezsiniz.

C.R: Asla 40’ların Paris’i gibi olmayacak.

H.C.B: Hayır, başka bir şey…

C.R: Başka bir şey derken… Belki de eksik…

H.C.B: Savaşmaya devam edin…

C.R: İşte anarşist. Savaşmaya devam edin. Ölene kadar mücadele edin. Bana bu fotoğraflardan bahsedin, aklınızdan her ne geçiyorsa… Mesela bu…

H.C.B: Neyi bekliyorlar biliyor musunuz?

C.R: Hayır.

H.C.B: Perdesi açık olan pencere bir işaretti.

C.R: Direniş sırasında mı?    

H.C.B: Savaş sırasında…
(Charlie Rose bir Giacometti fotoğrafı gösterir)

H.C.B: Burası şimdilerde bir banka olan bistro… Giacometti’nin tırnakları simsiyahtı.

C.R: Evet, Giacometti.

H.C.B: (Giacometti’yi taklit ederek) Jambonu elleriyle koparıp yerdi. Üstüne de yumurta… Elleri kömür füzeninden dolayı her zaman siyahtı.

C.R: Bu fotoğrafı çekebilmek için peşinde koşturup durdunuz mu?

H.C.B. Kafe’ye girmesini bekliyordum. Kaldırımda onu bekliyordum ve fotoğrafını çektim.

C.R: Sizin için; Kafeleri, Fransız Devlet Tiyatrosu’ndan daha çok sevdiğiniz söylenir. Sizin için zaten tiyatro bir kafeye gitmekmiş.

H.C.B: O kuşaktan birçok insan için bu böyleydi.

C.R: Pierre Bernard. Pierre Bernard. İyi bir ressamdı.

H.C.B: Benim için en iyisiydi.

C.R: Bernard’ı bir arkadaş olduğundan mı? Yoksa bir sanatçı olduğundan mı fotoğrafladınız?

H.C.B: Sadece tek bir şeyi hatırlıyorum.

C.R: Nedir hatırladığınız?

H.C.B: Bana, ‘Şimdi neden benim fotoğrafımı çektin?’ diye sordu. Bende, ‘Bir dakika önce neden o sarıyı tuvaline sürdün?’ diye sordum. Cevap veremedi.

C.R: Evet, Noktayı koymuşsunuz.

H.C.B: Bu insanlarla konuşmanın ötesinde…

C.R: Bu gerçekten de doğru mu? Onun fotoğrafını neden çektiğinizi bilmemeniz gibi, O’nun da sarıyı niçin kullandığını bilememesi?

H.C.B: Bu anlaşılmazdır. Her zaman kelimelerle ya da dille ifade edilemez.

C.R: (fotoğrafını göstererek) Henri Matisse.

H.C.B: Oldukça uzun bir süre Onunla kaldım.

C.R: Sizin için hangisi daha iyi ressamdı? Matisse mi? Yoksa Picasso mu? Gözünüz, gönlünüz açısından?

H.C.B: Erken dönemlerinde Picasso çok büyük bir ressamdı. Ardından tüm hayatı boyunca bir çizer oldu.

C.R: En iyisi.

H.C.B: Ve bir heykeltıraş… Fakat ilk başta harika bir ressamdı.

C.R: Matisse?

H.C.B: Matisse, başından sonuna kadar büyük bir ressamdı. Fakat ben bir sanat eleştirmeni değilim. Bunlar şahsi düşüncelerim.    

C.R: Zaten benimde ilgilendiğim bu…

H.C.B: Ben onlardan beslenirim.

C.R: Bir insan olarak mı?

H.C.B: Evet.

C.R: Nasıl beslenirsiniz?

H.C.B: Matisse’e bakarak, Bernard’a bakarak…

C.R: Bu işlerinizi nasıl etkiler?

H.C.B: Şey, bu tüm sistemi etkiler sadece beyni değil…

C.R: Biliyorum.

H.C.B: Düşünmek çok tehlikelidir.

C.R: Sizi daha da canlı tutar. Daha canlı olduğunuzdan da, fotoğrafladığınız bu görüntüleri daha iyi algılarsınız. Öyle mi?

H.C.B: Eric Garr adında harika bir çizer arkadaşım vardı. [anlaşılmaz] Buradaki geometrinin analizini yapmıştı. Hiçbir fikrim yoktu. Fakat son derece kesindi.

C.R: Evet. Kesin.

H.C.B: Bir matematikçi  için evet öyleydi. Bu yüzden de kadrajlayamazdınız. Bir bütün olmalı ve bunu bir arada görmelisin. Ben asla kadrajlama yapmam.

C.R: Bu fotoğrafa ne kadar çok bakarsanız o kadar ilginç. Bu fotoğraftan bahsediyorum.

H.C.B: (Dalai Lama fotoğrafı) Çok iyi bir fotoğraf değil…

C.R: Çünkü?

H.C.B: İşte o… Kompozisyon.

C.R: Ne olmuştu?

H.C.B: Hatırlamıyorum. Buda’nın etkisindeydi.

C.R: Tibet’te bulundunuz değil mi?

H.C.B: Hayır. Sanmıyorum. Kaşmir’de bulundum.

C.R: Bu Papa XII. Pius’e benziyor. Öyle değil mi?

H.C.B: Evet. ‘Vive Jeaux, vive jeaux, vive jeaux.’ diye bağırıyorlardı. Makinem vardı ve doğruldum. Kımıldayamıyordum. İnsanlar çok heyecanlılardı.

C.R: Burası Paris, yıl 1938. Her zaman 50mm optik kullandınız. Çok fazla farklı optik kullanmazdınız. Öyle değil mi?

H.C.B: 50 mm. Evet.

C.R: (Bir fotoğraf göstererek) Ghandi, bundan bahsetmiştik. İlginç bir sima…

H.C.B: Albüme baktığında, ‘Ölüm, ölüm, ölüm…’ [anlaşılmaz]

C.R: (Bir başka fotoğraf göstererek) Bunu nasıl çektiniz?

H.C.B: Bir direğin üzerinden…

C.R: Bir direğin üzerinden…

H.C.B: Affedersiniz. Sanırım bu fotoğrafı benim için AP’den bir arkadaşım çekmişti. Bulunduğu noktada iki kişiye yer yoktu. Ona bir makine verdim. O da bu fotoğrafı çekti.

C.R: O zaman bu sizin değil. Sizin makinenizle çekildi ama sizin değil.

H.C.B: Uh-huh.

C.R: Bu çok sık olur mu? Yoksa sadece o defaya mahsus bir şey miydi?
H.C.B: Bu seferkini hatırlıyorum.

C.R: Bana bundan bahsedin, Tokyo.

H.C.B: Bu Japonya’daki bir cenaze. Bir Kabuki aktörünün ölümü. Aynı şey… Bilmemelisiniz. Hazır ve farkında olmalısınız. Ve…

C.R: Giocometti.

H.C.B: Marne’deki bir sergisinin açılışından. Çekiçlenmiş gibi ezilen bu ayağı biliyor musunuz? Bir kız arabayı iyi kullanamamış ve ayağını ezmişti. Alberto, o bir dahiydi.

C.R: Bir dâhi. Bu kategoride başka kim var?

H.C.B: Matisse.

C.R: Matisse.

H.C.B: Mesela Picasso değil. Çizer olarak… Evet. Her zaman için… Ve bir heykeltıraş olarak… Bir ressam olarak, onu pek bilemiyorum.

C.R: Camus’yü iyi tanır mıydınız?

H.C.B: Hayır. Fakat çok saygı duyarım.

C.R: Ah, ‘Boğa Güreşçisi’ (bir başka fotoğrafı gösterir)

H.C.B: Bir randevu evinin yakınında oturuyordum.

C.R: Nerde oturuyorum dediniz?

H.C.B: Evet, bundan ötürü onları tanıyordum. O bir genelev patronuydu. – bir adam ve bu da geçimini fahişelik yaparak sağlayan bir eşcinseldi.

C.R: En çok hayranlık duyduğunuz fotoğrafçı, Capa mı?

H.C.B: Bir fotoğrafçı ve maceracı olarak evet. Yakın bir fotoğrafçı, bir arkadaştı. Yalnız bir adamdı. Tam bir maceraperestti.

C.R: Onunla aynı maceraperestlik duygusunu paylaşır mıydınız?

H.C.B: Chim, Capa ve ben mi?

C.R: Evet.

H.C.B: Evet dayanışma içindeydik. Bunun harici, ben İspanya Savaşının belgeselini yaptım.

C.R: ‘The Return? – Dönüş’    

H.C.B: Evet. Ve ben film yapmayıp, bir fotoğrafçı olarak kalmalıydım. Bir film yapmak ve montajlamak çok uzun bir süre alıyordu. Bitirdiğimizde İspanya Savaşı sona ermişti.

C.R: Buna baktığımda ve yaptığınız tüm şeylere acaba nasıl bir sinemacı olurdunuz? Belki de filmler çek… (lafın bitmesini beklemeyen Bresson tez canlılıkla cevap verir)

H.C.B: Kötü bir sinemacı.

C.R: Neden?

H.C.B: İnsanları yönetmekten hoşlanmıyorum. ‘Bunu yap!’, ‘Şunu yap!’ Şayet bir anarşistseniz, insanlara ‘Bunu yap! Şunu yap!’ demezsiniz.
C.R: (bir fotoğraf göstererek) Bu? Hoş bir kompozisyon… Ama yine de… (kadrajlanması gerektiğine dair bir harekette bulunur)

H.C.B: Hayır, hayır, hayır. Size bir makas vermeyeceğim. Gidip daha iyisini çekersiniz.

C.R: (bir fotoğraf göstererek) Oh, bu harikaymış. Hatırlıyor musunuz?

H.C.B: Evet, hemde çok iyi.

C.R: Peki bu fotoğraf hakkında ne hatırlıyorsunuz?

H.C.B: Burası ileri uç bölgede yer alan tarafsız bölgeydi. Şu yoldan bu alana ulaşıyordunuz… Ve bu hadım haricinde arada kimse yoktu. Ve birkaç saat sonra komünistler içeri girdiler.

C.R: Tanrım bu harika. Nefis.

H.C.B: Hala hayattaysam bu Albay [anlaşılmaz] sayesinde.

C.R: Nasıl?

H.C.B: Amitisteleri takip etmemi isteyen, Life Dergisi’ne riayet ettiğimden dolayı az daha cızlamı çekiyordum. Amitistlerin Hong Kong’da olduklarını biliyordum. Chaviso ile ilgili bir bölüm yayınlanmıştı. Dergi onları tanıdığın için, Amitistlerin tarafında yer alıp, komünistler araziyi ele geçirirlerken fotoğraflarını çekmemi istiyordu. Ve [anlaşılmaz] Bürosunun başındaki Albay [anlaşılmaz] gitmeni tavsiye etmem dedi ve Amitisteler yenilgiye uğradılar.

C.R: Yenildiler mi?

H.C.B: Yenildiler.

C.R: Yani gitmiş olsaydınız, şimdi yaşıyor olamazdınız.

H.C.B: Burada olamazdım. Ve gariptir ki, ölümüme varıncaya kadar kaderim bana anlatılmıştı. Bu olay da dahil…

C.R: Oh, Bu da mı dahil?

H.C.B: Evet.

C.R: Falda?    

H.C.B: Evet.

C.R: Öleceğiniz?

H.C.B: Ölebileceğim.

C.R: Ölümden kurtulacağınız?

H.C.B: Bu tamamıyla şimdi, geçmiş ve geleceğe dair bir sorudur.

C.R: Fakat siz buna inanmadınız? Öyle değil mi? – Yani bu kehanete? Siz tanrıya inanmıyorsunuz.

H.C.B: Benim için anarşizm bir etik. Etik oldukça önemlidir.

C.R: (fotoğrafını göstererek) Jean Genet, O’nun hakkında ne söyleyebilirsiniz?

H.C.B: Bunu yüksek sesle söyleyemeyiz.

C.R: Oh, tabi ki söyleriz.

H.C.B: (omzunun ardına bakar) Batiste’teydik. Şeycideydik sanırım… (Martine Franck’e doğru bakar) Neredeydik Martine?

MARTINE FRANCK: Çiçekçide…

C.R: Çiçekçide mi?

H.C.B: Hayır, hayır, hayır, hayır. Harika bir bakkaliyenin leziz tadımlıklarına bakıyorduk.

M.F: [anlaşılmaz]

C.R: [anlaşılmaz]

H.C.B: (Martine’e doğru) Affedersin, söyleyebilir miyim?

M.F: Evet

C.R: Evet.

H.C.B: (bir süre Fransızca olarak bir şeyler söyler) Hasss… [anlaşılmaz] Genet işte ne olacaktı ki? (Martine’e doğru) Özür dilerim. Harikaydı. Harika…

C.R: Sürrealizm hakkında konuşmuştuk. İşte! André Breton.

H.C.B: Papa.

C.R: Papa. Sürrealizm’in Papası. Şu gölgelere bakın.

H.C.B: Bunlar güzel heykeller.

C.R: Ah! (bir fotoğraf gösterir)

H.C.B: Bu onun hizmetçisi, Jeanette

C.R: Onu iyi tanır mıydınız?

H.C.B: Hayır.

C.R: Tanımıyordunuz. Peki, sanatçıları fotoğraflamaktan hoşlanıyor musunuz?

H.C.B: Sanmıyorum… Ben bir fotoğrafçıyım. Birlikte yiyip-içiyoruz. Ve benim elimde de bir makine var. Bazen de kullanıyorum.     (Charlie Rose bir fotoğraf gösterir)

H.C.B: Size kadınlar hakkında bir muhabbet. Annesi bir fahişeydi. (Lucian Freud’un annesi Lucie née Brasch’ı kastederek)

C.R:  (başka bir fotoğrafı göstererek) Ahh, Lucian Freud.

H.C.B: Evet. Bu konuda yorum yok! Ama bir mimar değildi.

C.R: Evet, biliyorum.

H.C.B: Bu resimlerden çok hoşlanıyorum.

C.R: Gerçektende Groteskler, öyle değil mi?

H.C.B: Duygusal değiller.

C.R: Çoğu insan bilmez. Sanırım meşhur Cartier-Bresson tekstil ailesiyle akrabalığınız var.

H.C.B: Oh, evet. 19. y.y.’da tekstil çok iyi bir işti. Sonraları bozuldu.
C.R: Babanızdan çok etkilendiniz mi?

H.C.B: Resim yapmayı ve avlanmayı severdi.

C.R: Siz avlanmayı sever miydiniz?

H.C.B: Afrika’da safariler düzenledim. Bu işten çok para kazandım. Ve Avrupa’ya geri dönünce şey aldım. Adı neydi? İngiliz Parası?

C.R: Pound?

H.C.B: Pound, evet. Ve pound’un değeri düştü. Son kuruşuma kadar kaybettim.

C.R: (fotoğrafı göstererek) Ah, Samuel Beckett. Bu fotoğrafları nasıl çektiniz? Fotoğraflanmak mı istediler? Siz mi teklif ettiniz? Bir kitap için mi çektiniz? Bir sergi için mi çektiniz?

H.C.B: Hayır

C.R: Ne için çektiniz?

H.C.B: Bilmiyorum. Sadece çektim hepsi bu.

C.R: Çektiniz. Çünkü yaptığınız iş buydu?

H.C.B: Çünkü çizmekten daha hızlı. Ve izin istemiyorsunuz. Çizmek nedir? Uzunca bir oturumdur. Zaman alır. Düşünmeniz gerekir. Şimdi nüler çiziyorum.

C.R: Çiziyorsunuz?

H.C.B: Evet. El ve ayakları çizmek zor… Kavisler, işe yarar. (Charlie Rose güler)  Bu gerçekten de doğru.

C.R: Söylediğiniz her şeyin doğru olduğunu düşünüyorum.

H.C.B: Benim için bu biçim kusursuzluğu ve de her şey…

C.R: (bir fotoğraf göstererek) Peki, su?

H.C.B: O, bana fotoğraf çekmemem için gerekli ilhamı verdi. Ritim, her şey, her şey.    

C.R: İnanılmaz. Peki, size ne diyor? Çizmek zorunda değilim. Fotoğrafta çekebilirim mi?

H.C.B: Evet. Kusursuzluk. (bir nü fotoğrafı işaret ederek)

C.R: Doğru.

H.C.B: Sizinde bildiğiniz üzere.

C.R: (başka bir fotoğrafı göstererek) Ya buradaki?

H.C.B: Aşağıya indik ve beraberce içtik. Sesler duydum. Kapıyı açtım. Ve gördüm ki…

C.R: Sevişiyorlar mıydı?

H.C.B: Sormadım. Duygusallık, güzeldi. O zamanlarda Carier Quada’da yaşıyordum.

C.R: Tabutlar?

H.C.B: Sürekli küçük tabutlar yaparlarken seslerini duyuyordum.

C.R: Peki, ne oldu? Meksika sokaklarında yürüyordunuz. Makineniz cebinizdeydi…

H.C.B: Cebimde değil.

C.R: Cebinizde değil, bileğinizdeydi. Tamam. Fotoğraf makineniz bileğinizdeydi. Birden bir şeyler oldu. Birkaç dakika önce birisinin yüzüne bakıyordunuz, bu yüz size bir şeyler söyledi.

H.C.B: Tam şimdi ya da bir dakika önce, şurada, şurada, şurada. Fotoğrafı çekecektim. Bu geometri ve her şey yerli yerinde…

C.R: Picasso çizebiliyordu. Sizin sihriniz nedir?

H.C.B: Şey… Ben görselim. Bir başkasının kulağı vardır. Bu müziktir. İşte hepsi bu…

C.R: Bugün de eskisi kadar iyi misiniz?

H.C.B: Kimin umurunda? Kimin umurunda?

C.R: Siz bunu umursuyor musunuz? (Bresson gülünç bir yüz ifadesine bürünür)

C.R: Öylesine anın içindesiniz ki? Bugün ve yarın hakkında düşünüyorsunuz. Bir parçanız geri dönüp ardına pek fazla bakmıyor.

H.C.B: Her şey saniyenin bir bölümüdür. Orada bulunmalı, duyarlı ve anlayışlı olmalısınız.

C.R: Bulunduğunuz her yeri gözettiğinizde, Paris ve Fransa’dan başka kalbinizde yeri daha farklı olan özel bir yer var mı?

H.C.B: Uzak Doğu. Ve Amerika’ya da minnettarım. Orada bir fotoğrafçı olarak tanınıyorsam bu Lincoln Kirstein, Monroe Wheeler sayesindedir.

C.R: Harika zaman geçirdim

H.C.B: Bende keyif aldım.    

C.R: Teşekkürler.

H.C.B: Teşekkürler.

C.R: Uzun ve mutlu bir yaşam sürmeniz dileğiyle…

H.C.B: Ne vakte kadar?

C.R: Ne kadar olursa… Paris’teki yeni bir sergisinde HENRI CARTIER-BRESSON ile birlikteyiz. Burada olmak olağan üstü bir deneyim.

H.C.B: Abartmayın.

C.R: Katıldığınız için teşekkür ederim.

H.C.B: Sizinle sohbet etmek zevkti.

C.R: Evet. Benim içinde öyleydi.

H.C.B: Teşekkürler.

C.R: Çok teşekkür ederim. Tekrar görüşmek üzere…

H.C.B: (elinde bir kadehle) Oh, teşekkürler.

C.R: Ah.

H.C.B: Şerefe.

C.R: Şerefe.

H.C.B: Sizinki nerede?

C.R: Bilmem. Keşke burada olsaydı. Ah! İşte, geliyor.

H.C.B: Şerefe.

C.R: Şerefe. Daha iyi. Nasıl desem?
(Bresson boş bardaktan dürbün gibi bakar)

C.R: Daha… Daha…

H.C.B: İçimi hafif…

C.R: Hafif ve daha iyi. Evet. 

-SON- 

Çeviri: Cenk Mirat Pekcanattı

Exit mobile version