İYİ VE GÜZEL FOTOĞRAF ARASINDAKİ FARK – MARTİNO PİETROPOLİ

İyi 1 fotoğraf sağlam 1 hikaye anlatır. Ortalama 1 fotoğraf ise sadece güzeldir.

Martino Pietropoli

Günümüzde etrafımızı kuşatan yığınla fotoğraf var. Bunların birçoğu gerçekten iyiler… Nicesi de sadece güzel… Bunlar işlerin nasıl yapıldığını iyi bilen profesyonellerin ellerinden çıkan profesyonelce işler.

Beğenilen fotoğraflara dikkat edildiğinde, genellikle bunların güzel renkli, basit ve merkezi kompozisyonlu olduğu görülür.

Roger Ballen bir keresinde şöyle demiş:

“İnsanlar bir fotoğrafa hayran olduklarını söylediklerinde, aslında çoğu zaman onun sadece renklerine hayran olurlar.”

Renkler fotoğrafın adeta şekeridir. Ve tartışmasız bir şekilde hepimiz şekeri çok severiz. Renkler bir fotoğrafta hemen bizi etkiler. Belki de bazı renklerin neden daha etkili oldukları ve izleyiciye neden “Ne güzel fotoğraf” dedirttiklerini açıklayan bir renk algı teorisi vardır. Mesela gökyüzünün mavisi, çiçeklerin renkleri, çocuğun cildinin tonu, v.b

Gelin şu testi birlikte yapalım: Güzel renklere sahip bir fotoğrafı, kadrajda bulunan figürler tanımlanamayıncaya kadar netsizleştirin. Ta ki geriye sadece saf renk lekeleri kalasıya kadar… Gördüğünüz size hala hoş geliyorsa, bu güzel bir fotoğraftır. Eğer tanımlanmıyorsa, artık bir fotoğraf değildir. Burada bloke olmuş bir fotoğrafı değil, katı bir kompozisyona sahip fotoğrafı kastediyorum.

Güzel fotoğraflar benim sinirlerimi bozuyor. En çok ilgimi çeken fotoğraflar, “Tanrı bilir adam bunu nasıl çekmiş?!” dediklerim değil… Teknik ilginç bir mesele ama er ya da geç beni sıkıyor. Ben sadece en az 10 saniye boyunca dikkatimi çekebilecek fotoğraflarla ilgileniyorum. 10 saniye oldukça uzun bir süre… Bir fotoğrafın bu kadar uzun bir süre izlenmesi büyük bir olay, bu bir sanat galerisinde bir resme bakmak için harcadığımız zamandan çok daha fazlası…

Kompozisyon

Kompozisyon fotoğrafın temel direğidir. Mükemmel sonucu elde etmek için fotoğrafın her bir unsuru kadrajda mükemmel bir şekilde düzenlenmelidir. Bu yaygın olarak herkesçe bilinir.

Şimdi sizlere iki farklı kompozisyon türünü analiz etmek istiyorum. Bunların ilki bloke (kapalı) kompozisyonlar: 

Konusu genellikle merkeze doğru olan ve fotoğrafı oluşturan diğer her unsurun kadrajın tam ortasını işaret ettiği kompozisyonlardan bahsediyorum. 

Bu kompozisyona dayanan birçok ünlü ve oldukça iyi fotoğraf olsa bile, ben bunun aksine merkezden uzaklaşan kompozisyonu seviyorum, çünkü çok daha ilginç… Her fotoğraf sadece kendi unsurları tarafından değil aynı zamanda çerçeveyle de tanımlandığı için, sınırların dışına çıkmaya eğilimli her unsur fotoğrafa genellikle ilginç bir şey katar. Sanki tüm hikâyenin kadraja sığmasının imkansız olması gibi ya da başka bir bakış açıyla sanki iki fotoğraf varmış gibi: Kadrajda görünür olan ve dışında yer alıp görünmez olan bir diğeri… İşte görüyorsunuz. Merkezden uzaklaşan kompozisyonlar ikisi bir arada fotoğraflar sunar ya da en azından görünenden öte bir hikâye anlatır: kadrajın içinde bir şeyler oluyordur ve onu görebilirsiniz, ama dışarıda da bir şeyler süregeliyordur ve bunu kolaylıkla tahmin bilirsiniz. İçindeki hikâye o kadar güçlüdür ki, adeta kadrajın dışına taşmaya çalışır. 

Aklıma hemen iki fotoğraf geliyor: biri Henri Cartier-Bresson diğeri ise Rui Palha tarafından çekilmişler. 

Henri Cartier Bresson, The Var department
Rui Palha, Upstairs

Her ikisi de kadrajdan çıkmaya çalışan kompozisyon unsurlarına dayalıdır.

Hareket, -katmanlılığın şaraba derinlik katmasını benzer şekilde- fotoğrafa devinim katar.

Gerçekten iyi bir fotoğraf, sadece bir şeyi göstermez, aynı zamanda gözlemcinin kafasında yer alan algısal bir alanı aydınlatır. Bir fotoğraf baskısının iki boyutuna asla sığmaz, her zaman dışarı çıkmaya çalışır.

İki boyutun ötesine, fiziksel uzaya gitmek ister. İyi bir fotoğraf sadece güzel bir şeyden ibaret olamaz. 

Güzel fotoğrafların tıpkı şeker gibi olduğunu söylediğimi hatırlayacaksınız? İyi bir fotoğraf ise iyi bir şaraba benzer: daha önce hiç denemediyseniz, şarap içmeye başladığınızda muhtemelen ilk olarak tatlı şaraplardan hoşlanırsınız. Tadına alıştıktan sonra ise daha derin bir katmanlılık ararsınız. Artık şarabın tatlılığından tatmin olmazsınız: yoğunluk, aromalar, farklı dokular tatmak istersiniz. 

Aynı şey fotoğraf içinde geçerlidir: şekerin tadılması ve anlaşılması kolaydır (tıpkı renkler gibi), fakat kendinizi bir konuda eğitirseniz, karmaşık tezahürleri daha çok ararsınız. 

Çünkü basit olanlar artık sizi yeterince uyarmaz. Şeker her zaman tatlı ve iyidir, ama artık bunu umursamazsınız. Farklı bir şeyler istersiniz. 


Cartier-Bresson’un keskinliğin burjuva bir kavram olduğunu söylemesi gibi, rengin de burjuva bir kavram olduğunu söylemek mümkündür. İletişim kurabilmek için, bir fotoğrafın bazen çarpıcı olması, deyim yerindeyse adeta haykırması gerekir. Aksi halde sadece şekerdir. Eğlencelidir. Diğer zamanlardaysa berbattır.

Sonuçta pekte ilginç değildir.

Bir Hikayeyi Anlatmak

Bu günlerde “Hikaye Anlatıcılığı” kulağa büyüleyici bir söz gibi geliyor. Emin olun bir süre sonra diğer tüm sözcükler gibi suistimal edilecektir. 

Bir hikaye anlatmak kelimeleri ya da en azından bir canlandırmayı gerektirir. Üç aşamaya dayanır: Giriş, gelişme ve sonuç…

Fotoğraf durağan bir görüntüdür. Bir sinema filminin özgürlüğüne ya da kelimelerle yazılmış bir öykünün ifade gücüne sahip değildir. Fotoğrafın bir hikaye anlatmasına izin veren tek bir unsur vardır: Fotoğrafı oluşturan unsurlar arasında en azından belirli bir gerilimin olması… Sadece çekim anında donmuş bir eylem olan gerginlik; varsayımda bulunmayı, tahmin etmeyi, daha öncesinde ve özellikle sonrasında neyin geldiğini hayal etmeyi sağlar. İşte bu yüzden de manzara fotoğrafları hikayeler anlatmaz. Aynı sebepten, çok başarılı portreler olmadıkları sürece, öznesi belli başlı bir eylemde bulunmayan fotoğraflar da herhangi bir hikayeyi anlatamazlar. Bir fotoğrafın içerdiği hikaye izleyicinin hayal gücüne bırakılmıştır. İçine gizlendiği şimdi ki zaman(donakalmış an, görünen), geçmiş ve gelecekten oluşur.


Fotoğraf tarafından anlatılan bir hikaye, metroda bizimle aynı vagonda seyahat eden insanlara bakıp, onların nasıl bir hayata sahip olduklarını, ne iş yaptıklarını, nereli olduklarını, v.b.’lerini hayal etmeye benzer. Özellikle tek bir fotoğraf söz konusu olduğunda, fotoğrafta gösterilen ilk ve daha sonrasındaki anlar gözlemcinin hayal gücü alanına aittir. 

Hikaye anlatan fotoğraflar hakkında konuşurken sizlere iki örnek sunmak istiyorum: biri Mary Ellen Mark’a ait ve bir diğeri de Martin Parr’a… Her biri için portrelenen insanların geçmiş ve geleceğini hayal ettim. Fotoğrafların önermelerine dayanarak kafamda olası geçmiş ve gelecekleri oluşturdum. O geçmiş ve gelecekler bu fotoğraflarda görünmüyordu. Ancak bu fotoğraflarda görünen, çatışan unsurlardan kaynaklanıyorlardı.

Bir fotoğraf, içeriğini ifşa ettiği anda sonlanan basit bir görüntü olabilir. Bununla birlikte, güçlü bir hikaye anlattığında, izleyicisinin, geçmiş ve geleceği kucaklayanların akıllarına doğru genişler. Bu yetkinlik, onu oluşturan unsurlar arasındaki gerilimden kaynaklanır. Bu, bir görüntü çerçevesinden taşarak ilginç bir şeye dönüştüğünde veya başka bir deyişle bir hikaye haline geldiğinde gerçekleşir.

Arabalarındaki Damm Ailesi, Los Angeles, Kaliforniya, ABD 1987. Mary Ellen Mark

Bir hikayeyi tek bir kareyle anlatmak ne kadar zor olabilir ki? Emin olun bu nadiren gerçekleşir. Mary Ellen Mark tarafından 1987’de Los Angeles’ta çekilen “Arabalarındaki Damm Ailesi” başlıklı bu fotoğraf, basitçe her şeyi içinde barındırır. Bu sadece hayatlarının belli bir dönemindeki bir ailenin değil, aynı zamanda koca bir ülkenin hikâyesidir.

Jestler ve Nesneler Gerekli Her Şeyi Söyler

Bu fotoğrafa baktığınızda ne görüyorsunuz? Arabanın içinde oturan bir aile. Muhtemelen arabalarında ve evlerinde hep bu şekilde yaşıyorlarmışçasına, her aile ferdi doğal bir poz içinde… Arabalarından başka hiçbir şeyi olmayan fakir bir aile. Her şeye rağmen birbirlerini kollarlar: baba/koca karısını usulca kucaklar, kızları küçük erkek kardeşini okşar ve korur. Bunu yaparken kadraj dışındaki bir şeye bakıyordur. Neye veya kime baktığını kesin olarak bilmiyorsak ta, muhtemelen bu fotoğrafçı değildir. Belki de pek de parlak görünmeyen gelecek olabilir.

Babanın gözleri

Baba, anne ve kız doğrudan objektife bakmaktadır. Bunun onların hayatı olduğunu ve muhtemelen de böyle süreceğini biliyorlar.

Baba gözleriyle “Hayattaki tüm varım-yoğum bu!” diyor, ama ailesini ne denli önemsediğini anlamak hiçte zor değil.

Annenin kollarında takat kalmamış. Çok yorgun.

Kızı 20 yıl önceki haline benziyor. Bu tıpkı aynı kişiyi, hayatının farklı anlarında aynı anda görmek gibi. Bu küçük kadın şimdiden geleceğinin farkındadır: Umut yok!, bu onun hayatı… Aynı annesi gibi büyümüş ve onun gibi olgunlaşmış, ama daha genç bir bedende. Zaten halihazırda her şeyi biliyorsun. Daha şimdiden gerisinde kalmış!!! geleceğe hüzünle bakar.

Kasaba

Yaşadıkları kasaba arka planda: arabalarını park ettikleri toprak yol ve de evleri. Muhtemelen artık yerinden oynamayan bir araba: sadece orada duruyor, stop etti, süresiz olarak olduğu yere park etti ve durdu. Artık hiçbir şey üretmeyen kırık bir toplumun sembolü… Araç aslında aynı zamanda kadrajın içinde bir diğer kadrajjdır: Aracın camları, yaşamları ve yaşadıkları ülke arasındaki sınırı oluşturur. Eşzamanlı olarak koruma ve dışlama…

Tarih

Daha öncesinde bu aile hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Şimdi ise her şeyi biliyoruz. Bu fotoğrafta onların öyküsü kadar ülkelerinin hikâyesi de var. Tek bir karede… Tüm hikâyeler bir başlangıca, ortasında yer alan bir gelişime ve sonuca dayalıdır.

Göz açıp kapayasıya tüm hikâyeyi görüyoruz. Mary Ellen Mark, Damm Ailesi’nin hikâyesini anlatıyor. Geçen 30 yılın ardından, hala ona kulak veriyoruz.


Bir hikâyenin tek bir karede nasıl anlatılacağından bahsederken, belki de Martin Parr bu konuda akla gelebilecek en iyi fotoğrafçılardan biridir. Onun en ikonik fotoğraflarından birini irdelemeden önce, onun neden dünyanın en iyi fotoğrafçısı olduğunu düşündüğümü açıklamama lütfen müsaade edin.


Farklı fotoğrafçılar tarafından çekilmiş birçok fotoğraf görürken, Martin Parr tarafından çekilmiş birine denk geldiğimizde bunun bir Parr fotoğrafı olduğunu kolaylıkla anlarız. Peki neden? Hiç düşündünüz mü?

Birçok bakış açısı, ama sadece bir Parr var.

Temelde fotoğraf bir bakış açısının ifadesidir. Elbette işin içinde teknik vardır, ama bir fotoğrafçıyı diğerlerinden ayıran ve onu tanımlayan şey kendine has bakış açısıdır. Şunu bir deneyin: Gördüğünüz fotoğrafın belli bir fotoğrafçı tarafından çekildiğini düşündüğünüz, ama bir başkası tarafından çekildiğini öğrendiğiniz kaç vaka yaşadınız? Sanırım bu birçok kez başınıza gelmiştir. Parr ise farklıdır: Kendine has bir stile sahiptir (bariz bir şekilde teknikleriyle tanımlanmıştır – flaş ışığı kullanımı, yakın çekimler v.b.’leri) sadece o böylesi fotoğraflar çekebilir.

Bir Epifani**Epifani aniden bir şeyin anlamı veya özünü anlamak veya ayrımına varmak demektir.

Fotoğrafları “Hımm, oldukça zekice…” diyerek, ama aynı zamanda günümüzün gerçek ve özgün birer ifadesi olarak okunabilir: genelde insanlara, daha çok orta sınıfa ve hatta zengin insanlara odaklanır. Onları kendi nesneleri ve sembolleri ile anlatmakla ilgileniyor gibi görünür. Mesela dindar mı olduklarına veya sadece maddiyatçı bir toplumdan mı geliyor olduklarına odaklanır; pahalı nesneler, tekrarlayan kalıplar, zıtlıklar…

Sanatın herhangi bir gerçek ifadesi gibi, o sade ve ortak gerçekliğe bir anlam katar. Gizli anlam zaten oradadır ve o sadece kodu çözmüştür: kolaylıkla tanıyabileceğimiz unsurları kullanarak, farklı bir hikâye anlatan özgün bir kompozisyona yerleştirebilir.

‘Küçük Dünya’, Akropol, Atina, Yunanistan, 1991

Güzel olmayan fotoğraflar

Parr, bir fotoğrafın güzel olabileceğini unutmanızı istiyor. O, fotoğraflarıyla bu ince güzellik tabakasını aramıyor. Güzel bir fotoğraf çekmek oldukça kolay: bazı kuralları takip et, konunu seç, iyi bir ışık seç ve işte!!! Olay bitti. Parr fotoğrafları, herhangi bir güzellik kavramı göstermez. Bunu umursamazlar. Onun fotoğraflarının hikayesi entelektüel bir mekanizmadır. İzleyicinin beynini kullanmasını gerektirir: mevcut noktaları birleştirerek yolu bulmak ve anlamı kavramak. Bu bir desenin tekrarı, bazı renkler, yukarıdaki Akropolis fotoğrafında olduğu gibi, ziyaretçilerin anıtın kendisinden daha önemli olduğu (ya da olması gerektiği gibi) türden unsurların yan yana gelmesi olabilir.

Gözlemci

Parr tam bir gözlemcidir: her ne kadar işleri gerçekten de olması gerekenlerin harfiyen cereyan ettiği “şanslı anlardan oluşan bir koleksiyon” gibi okunabilirse de, bu fotoğrafları çekebilmenin ne denli büyük bir dikkat gerektiğini anlamak oldukça kolaydır. 

Konusunun etrafında belki de tek bir kare bile çekmeksizin uzunca bir süre gülüp, gevezelik ederek takıldığını hissedebiliyorsunuz. Peki bu esnada ne yapıyordur? İzlenimler edinip, kadrajını zihninde düzenliyordur… Sonrasında, doğru zaman gelip çattığında tıpkı bir avcı gibi fotoğraf makinesiyle orada hazır bulunuyordur.

Yana Yatık Pisa Kulesi. ‘Küçük Dünya’. Piza, İtalya, 1990

Parr, entelektüel olanın haricinde güzelliğin hiçbir farklı türünün peşinde değildir: kompozisyonları genellikle gayet iyidir. Onunla ilgili harika olan şey, iletiyi teslim etmesi için izleyicinin beynine gereksinim duymasıdır. İzleyici pasif değil etkindir. “Ötesine ilerle: anlam hemen yüzeyde değil, onun altında” mesajını verir. Eylem içerisindeki bir beyin, işte üzerinde çalıştığı esas konu budur.

Ana konuya tekra geri dönelim: “Tek karede bir öykü nasıl anlatılır?”

Parr’ın özellikle bu fotoğrafından hoşlanıyorum. Ona baktığınız zaman muhtemelen “Bu güzel bir fotoğraf” diye düşünmezsiniz. Evet hiç de güzel değildir, ama anlatması gereken uzunca bir hikâyesi vardır. Şimdi bana kulak verin.

New Brighton, İngiltere, BK, ‘Son Resort’, 1983-85

Restoranda bir çift

Bu fotoğrafta restoranda duvara bitişik bir masada oturan bir kadın ve erkek var. Sofra kurulu ve yemeklerini yemek için bekliyorlar. Masada hiç şişe ya da bardak olmadığı, çatal ve bıçakları hala önlerinde hizalanmış ve temiz olduğuna göre henüz yemek yememişler. Kadın, tırnak ya da parmaklarına bakıyor. Muhtemelen manikürünü kontrol ediyor. Adam sigara içiyor ve bakışı kadına doğru ama delip geçiyor. Belli ki camdan dışarıya bakıyor. Bunlar bir çift; muhtemelen de karı koca… Ortak bir yaşam paylaşıyorlar ama bugün ortak noktaları yok. Buna rağmen hiçbir şey onları aynı günde aynı masada oturmaktan alıkoyamamış gibi görünüyor. Vücut dilleri çok açık: Birbirlerine karşı kayıtsızlar.

Bu fotoğrafı benzersiz kılan sadece kompozisyonu yada çekildiği an değil, aynı zamanda ifşa ettiğinin ötesini vurgulamasıdır. O gün ve saatte New Brighton’daki restoranda masada oturan çiftin tüm hikâyesi hakkında sizin tahminde bulunmanızı sağlamasıdır.

Hızlandırılmış bir filmi aniden stop düğmesine basıp durdurmak gibidir. Film bu karede donuverir –  Hızlandırılmış olarak seyretseniz de buraya kadar neler olup bittiğini mükemmelen bilirsiniz. Hayatlarının daha önce nasıl olduğunu bilirsiniz. Benzeri birçok çift gibi bir hayat, ama diğerlerinin hepsinden de bir o kadar farklı… İngiliz orta sınıfı ya da belki de avamdan olan bir çift, bir Pazar günü dışarı çıkmaya ve bir restoranda öğle yemeği yemeye karar veriyor.

80’lerin ortalarındayız ve bu çiftin ikonografisi o yıllara dair pek bir şey içermiyor. Çünkü o dönemde tüm renk ve zevkler farklıydı: kabarık, fuşya, uzun düz saçlar, ağır makyaj. 1984 yılında aynı gün Madonna, Venedik Köprüleri’nin altında bir gondolda şehvetle şarkı söylerken, bu çift o restoranda yemeklerini yiyiyorlardı. Ve Martin Parr da oradaydı. 

Çoğu zaman Parr, toplumun acımasız bir eleştirmeni (İngiliz tarzı, oldukça kibar) olarak tanımlanır. Hatta sosyete partilerinde çektiği fotoğrafları bir yerlerde gördüğünüzü düşünebilirsiniz. Bu fotoğrafta gerçekten büyük insan katılımı var. Fotoğraf size “Şu çifte bakın: birbirlerine bağlılar ama aralarında bağlayıcı hiçbir şey yok” demiyor. Hikayelerini tek bir karede öylesine kusursuz anlatıyor ki; onları o gün o restorana götürecek olan, hayatlarının o anına dek çektirdikleri tüm fotoğrafları kestirebiliyorsunuz. Bu kareleri muhtemelen gözlerinizin önüne getirebilirsiniz.

Bir öykü iyi anlatıldığında, ortaya sadece iyi bir komplo, eylem veya öykünün hikmeti çıkmaz. İyi anlatılmış hikâyenin aynı zamanda anıları, kimliği, şefkati veya reddi etkinleştirme yeteneği de açığa çıkar. Hikâye bir tepkiyi tetiklediğinde ve safi eğlence olmadığında, bir şüphe taşıdığında veya bir düşünce tohumu ektiğinde ardında izler bırakır.

Tıpkı bazı filmlerdeki gibi, o öyküleri dinledikten birkaç gün sonra da üzerlerine düşünmeye devam edersiniz. Tam olarak ne söylediklerini anlamazsınız ama bir şekilde sizinle konuştuğunu, size bir şeyler fısıldadığını hissedersiniz.

Kim bilir ne hakkkında konuştular.

– Kim bilir birbirlerine kızgın mıydılar.

– Kimbilir birlikte kalmak için yegane özel yöntem bu muydu.

– Kim bilir.

Bazı fotoğrafçılar hikayeyi sadece tek bir görüntü ile ustaca nasıl anlatacaklarını bilir.

Bir fotoğraf anlattığının ötesinde daha binlercesini içeriyorsa, işte o zaman güçlü bir hikaye anlatır.

Fotoğraf Klişeleri

Caspar David Friedrich, Sis Denizinin Üstündeki Gezgin

Bu makaleyi, fotoğraf sanatını yozlaştırdığına inandığım bazı fotografik klişelerden bahsederek bitirmek istiyorum.

David Friedrich’in üsteki yağlı boya resmi, milyonlarca fotoğrafçıya veya fotoğrafçı özentisine ilham kaynağı oldu. Bir fotoğraf makinasına sahip olmanın, fotoğrafçı olmak anlamına geldiğini düşünen kadın ve erkeklerden bahsediyorum. Sanki araç ve onun kullanımı, kullanıcının bu aracın ne anlama geldiğini bilmesini sağlarmış gibi…

– Fotoğraf çekmek bir tavır, bir eğilim, bir dünya görüşünün ifadesidir. Asla sadece bir aletten ödünç alınan sihirli bir sanat değildir. Elinde tuttuğu fotoğraf makinesi insanı fotoğrafçı yapmaz. Fotoğrafçılar fotoğraf makinesini sadece bir araç olarak kullanırlar.

Birçok kişi böylesine mükemmel ve esrarengiz bir tablodan esinlenerek, sanat yapmanın en kolay yolunun onu taklit etmek olduğunu düşündü.

Eğer bu resim insanda bazı duygular uyandırıyorsa bunun sebebi olağanüstü bir manzara karşısında, yaşamın metaforu olan bir konu yaratmasıdır: bulutlar tarafından gizlenmiş güzellik. Sevinç ve acı, netlik ve kafa karışıklığı, görüş ve kargaşa. Kısacası hayat.

Ancak duyguların şöyle bir tuhaflığı var: İnsanı ilk etkilediklerinde güçlüler, hemde çok güçlüler… Ama sürekli tekrarlandıkça da güçlerini bir süre sonra yitirirler. Aynı duygunun milyonuncu kez tecrübe edilişi, ilk hissedilişinden çok daha fazla basmakalıptır. Çünkü artık beklenen ve tahmin edilen bir durumdur. “Bulut manzarası ve ona bakarak meditasyon yapan adam mı? Çoktaaan görüldü!!!”.


Instagram, sosyal ağlar ve dijital fotoğraf makineleri bu duyguyu önce arttırdı. Ardından da yatıştırıcı bir hisse dönüştürdü: birçok kişiyi fotoğraf çekmenin çalışan ve akılda kalıcı bir şablonu tekrarlamak olduğuna ikna ettiler. Fakat şu unutmamalı, dünyanın en iyi pop şarkısını dinlemek ya da en iyi pizzasıyla beslenmek eninde sonunda insana gına getirir.

Ve elbette fotografik stereo-tipler çoğul ve tekrarlı: kümeler ve gruplar halinde takılıyorlar. Binlerce fotoğraf halihazırda görüldü, defalarca tekrarlandı. Arka plan değişir, ama ön planda ki fantezinin ölümü hep aynıdır.


Orwell, özellikle gazetecilikte metaforların sıkça tekrar edilmesinin dilin ölümü manasına geldiğini söylemiş. Yeni anlamlar türetmeden tekrarlamak, metaforun ‘ortaya çıkarmak’ manası taşıyan duygusundan vazgeçmek anlamına gelir. Bir başka deyişle, Fazlasıyla anımsatıcı ve daha anlaşılır görüntüler kullanarak bir kavramı açıklamak… Tekrarlamanın bu çağrımsal gücü baltalamasına benzer şekilde, klişelerin tekrarlanması da fotoğrafı zayıflatır. Mevcut bir metafordan daha direkt bir metafordur ki, bu zaten kendi içinde bitmiş bir görüntüdür.

Bir fotoğrafın belirli bir anı temsil ettiği anda ortaya çıkan özgün duygusal bir uyum vardır. Bu aynı zamanda fotoğrafçının sahip olduğu bir ruh halidir de… Bu sadece ilk kez görüldüğünde etkinleşen, belirli bir duyguyu, anıyı çağrıştıran, samimi bir mekanizmadır. Zaten görülmüş bir görüntünün hatırlatması olan bir anıyı anımsadığında, onu sadece tanır ve bir duygunun cılızca yeniden hissedilmesini sağlar.

Halihazırda görülmüş her bir görüntüde, orijinal görüntünün ve yaratıcı düşüncenin çifte ihaneti mevzu bahistir.

lk görüntü — kopyalanan, her zaman tanınan ve tükenesiye insana gına getiren binlerce çeşitlemesinde reddedilen — gerisinde bir anı bırakır; Yaratıcı fikir artık ortaya çıkmaz, çünkü yaratılış yoktur. Halihazırda görülmüşe ihtiyatlı bir güven vardır: – Bir keresinde iş görmüştü. O zaman yine görecek…

– Hayır, efendim görmeyecek.

Ticari olarak, elbette iş görecektir. Fakat artık bir fotoğraf olmaktan çıkmıştır. Bir görüntü, işlevsel bir nesne veya klişelerin bir tür ifadesidir. Sanatın anarşist çeşitlemelerinden hoşlanmaz: Bu sadece daha önce görülmüş olanın güvencesinin bir anıtıdır. Kendini ve nesneyi bir arabaya bindiren ve bu konuya insan mı, hayvan mı ya da doğal mı diye bakmayan, ancak bunun yerine zihinsel bir imgeye bakan ve daha önce görülen bir türe göre yeniden bir araya getiren fotoğrafçı, gerçekliğe bakmaz ve yorumlamaz. Sonunda yeni bir nesne oluşturarak yeniden yazar. Sadece kendi görsel hafızasına bakar.

Şimdiye kadar gördüğümüz her fotoğraf, halihazırda gördüğümüz her bir kadrajın kompozisyonu, bu kadrajdaki her öğenin diğer binlerce seferde olduğu gibi düzenlenmesi fotoğrafa ihanettir.

Teknik olarak bir fotoğraftır. Ancak buradaki “teknik” tanımlaması, içinde olması gereken sanatı değil, sadece bir desteği anlatıyordur.

Çeviri: Cenk Mirat PEKCANATTI, Gölge Fanzin, Sayı: 16, Yaz – 2018

Exit mobile version