RÖPORTAJ: ARİF AŞÇI

2006 yılında Cenk Mirat Pekcanattı‘nın Arif Aşçı ile gerçekleştirmiş olduğu röportaj…

Arif Aşçı Kimdir?

d.1958, Adana – Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nü bitirdi. Ardından “Rönesans Sanatı” üzerine eğitim almak için İtalya’ya gitti. 1984-1986 tarihleri arasında Mimar Sinan Üniversitesinde öğretim üyeliği yaptı. Bazı problemlerden dolayı 1986 yılında istifa etti ve 3 yıllık bir dünya turuna çıktı. Bu yolculuklarının sonucu olarak, 1989’da ‘Turkuaz’ belgeselini yaptı. 1996’da İpek Yolu Belgeseli’ne başladı.

Bir buçuk sene süren bu yolculukta, arkadaşlarıyla birlikte, yaklaşık 12 bin kilometrelik İpek Yolunu develerle birlikte yürüyerek geçip, Çin’den Çanakkale’ye kadar geldi. Bu yolculuğun “İpek Yolunda Son Kervan” adında hem İngilizce, hemde Türkçe edisyonları olan bir albümü yayınlandı. Daha sonra 2003 yılında, 1994-2002 yılları arasında çektiği siyah-beyaz fotoğraflardan oluşan bir seçkiyi ‘Bahtabakan’ isimli albümünde yayınlandı.

‘Bugün İstanbul Surları: Parça Parça Bir Bellek’ adlı sergisi, 2005 yılında İstanbul Fransız Kültür Merkezinde sergilendi. Yaklaşık üç yıldır panaromik formatta, İstanbul fotoğrafları çekiyor. Bu fotoğraflarının bir kısmı, XXII. Dünya Mimarlık Kongresi’ne paralel olarak, İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’nde, bir kısmı da Brüksel’deki Museum van de Hallepoort’ta sergilendi. Halen fotoğraf çalışmalarını sürdürüyor.


Cenk ‘Mirat’ PEKCANATTI: Türkiye’de fotoğraf eleştirisi geleneğinin olmamasının ardında yatan neden ya da nedenler sizce nedir/nelerdir?

Arif Aşçı: Ülkemizdeki fotoğraf topluluğu oldukça küçük… Bu yüzden ekseriyetle izleyiciler de fotoğrafçı kökenli insanlar oluyor. Çok küçük bir topluluk olduğu içinde, doğrusu kimse kimsenin kalbini eleştiri yaparak kırmak istemiyor. Çünkü muhtemelen bir sonraki sergide kişiler tekrar bir araya gelip, yine kadeh tokuşturulacaklar… Belki 2 sene sonra biri diğerinin sergisine gidecek… Yada bir kişi eleştirdiği insanı kendi sergisine davet edecek… Bundan ötürü camia olarak bir aile gibi, “Kol kırılır, yen içinde kalır” mantığıyla hareket ediyoruz.

Ama Türk insanının karakterinde de bu sorun var. Toplumumuz iki yüzlü bir toplum… Örneğin; hiçbir tiyatro oyunu doğru dürüst eleştiriye uğramaz. Yuhalanmaz falan!.. Hatta, bolca alkışa tutulur. Fakat, insanlar dışarıya çıkılınca “Aaa! Rezalet…” diye eleştiriye tabi tutarlar. Bilge Ceylan anlatıyor. Cannes’da bulunduğu bir seferde, Jim Jarmush’un son filminin galası varmış… Film daha gösterimi sırasında inanılmaz eleştiri almış. Adamlar protestolarını bağırıp, çağırmaya değin vardırmışlar.

Bizde hiç böyle bir şey yapıldı mı? Yoo!.. Neden? Çünkü, ayıplarlar… İçe kapalı, utangaç bir toplumuz… Kendini ifade etme geleneği olmayan çekingen bir toplum…

Eleştiri olmayışının ipuçları buralarda… Bu toplumda, iyi fotoğraf eleştirisi, edebiyat eleştirisi, sinema eleştirisi olacağını ben hiç zannetmiyorum. Batıdaki gibi bir eleştiri geleneği, insanların kendi iç karanlığını, iç dünyasını kendisine ifade etme geleneği yok ki…

Dolayısıyla, başkasının dünyasını yorumlama ve eleştirme geleneği de olmaz. Birbirine çok bağlı hususlar bunlar…

– İnsanlar iğneyi hakkını vererek kendilerine batırmadan, çuvaldızını başkasına batırmak için ellerine alma hakkına sahip olamaz diyorsunuz…

– Tabi… Tabi!.. Bu toplumda bir Marqués de Sade, bir Jean-Jacques Rousseau ya da Dostoyevski çıkmadan, iyi eleştiri de çıkmaz… Kim kendini iyi ifade edebiliyor ki, başkasının durumu ya da üretimi hakkında fikir beyan edebilsin.

– Peki!.. İyi bir fotoğraf eleştirisi ne gibi noktalara temas etmelidir ki, fotoğrafı ve fotoğrafçıyı geliştirsin?

– Fotoğraf eleştirisi bir kere diğer türdeki eleştirilere nazaran birkaç kat daha zor…

Mesela, ülkemizde iyi-kötü bir sinema eleştiri yazısı geleneği var. Ne bileyim?.. Dorsay’ın, Özgüven’in, Taşçiyan’ın falan, filan… Çünkü, sinema yapılıyor. İzleyici bilet alıp geliyor. Sinema’da oynuyor. İki saat boyunca insanlar izliyor. Değil mi?.. Film iyidir ya da kötü… Efendim!.. Bir türe aittir. Korkudur… Ne biliyim!.. alternatiftir, küçük bütçelidir, Hollywood filmidir… Fakat, son tahlilde o film, 2 saatini ve bilet ücretini veren insana bir şeyler ifade ediyor ya da etmiyor… Bu konuda izleyici de, eleştirmen de bir yorum yapabilir.

Fakat, fotoğrafın üretim ve sunumunda çok ciddi yol ayrımları… yani farklar var. Mesela, benim bir fotoğrafı üretip insanlara sunuş biçimimle, bir foto muhabiri olarak Ali Öz’ün Cumartesi Annelerini çekip, onu Tempo sayfalarında sunuşunda, Nazif Topçuoğlu’nun evde genç kızlarla bir sahne yaratıp, kurguladığı bir fotoğrafı galeri Nev’de sunuşu arasında ciddi farklar var.

Ne biliyim!.. Orhan Cem Çetin’in bir enstalasyon şeklinde; belki kaldırıma emülsiyon sürüp, üzerine baskı yaparak sergilemesi ya da bir balon ile uçurması arasında… Öyle değil mi bak! Ne kadar büyük farklar çıktı birden bire…

Benim kaygım Ali Öz’de yok… Çünkü, o işini çekiyor, belli bir gözle bakıyor, seçiyor, bir metin eşliğinde 50 bin basan bir dergide yayımlanıyor. Bazen yabancı basında o seçkiden bir kare alarak kullanabiliyor. ‘Bir atımlık barut!..’

Dünyada da durum bundan farklı değil. Joel Peter Witkin, sahnesini kuruyor. Sürreal, grotesk atmosferler yaratıyor… Richard Avedon, bir ünlüyü alıp -beyaz bir fon önüne koyarak- ama ona maksimum psikolojik derinlik yükleyerek fotoğraflıyor. Irving Penn, aynı sahneyi çok lirik bir ışıkla renklendirerek (estetize etmek manasında) çekiyor. James Nachtwey en sıcak coğrafyalarda gidip, savaş alanlarını fotoğraflıyor. Koudelka, bir derviş gibi yalnız yaşayarak, hiç kimsenin ulaşamayacağı noktalarda, coğrafyalarda iç burkan dramatik kareler çekiyor.

Mesela güncel sanatın sergilendiği bienaller oluyor ya bizde!.. Bienallerde fotoğrafı malzeme olarak kullanıp işler üretenler, bizim fotoğraf camiasına hiç bulaşmıyor. Adamın fotoğrafla esaslı bir ilişkisi yok! Ama adam fotoğraf çekip, bir şekilde bienal’de sergiliyor. Kutluğ Ataman… ya da bilmem kim? Herhangi bir sergi açılışına gitmiyor adam, çünkü o camiadan değil ki, adam kendini o camiaya ait hissetmiyor. Ama kullandığı malzeme aynı… Bir 6×7 kamera, birde film!.. Ahmet Ertuğ, 8×10 kamerayla Ayasofya çekip, 500 dolarlık kitap yapıyor. Eee! N’olcak şimdi?.. O da fotoğraf…

Ya da mütevazı bir muhitte dükkan işleten fotoğrafçı… Gelenler, gidenler kasabalılar, mahalleliler… Mesela, Okmeydanında değil mi? Düğün çekiyor, sünnet çekiyor falan adam ama o da fotoğraf… Nasıl?.. Neyi?.. Kastedeceğiz fotoğraf deyince!.. Ne şekilde eleştireceğiz?

Ben aradan yıllar geçip, yaşım ilerledikçe hırçın ve dar açılı bakmaktan ürker ve lafımı, sözümü kendime saklar oldum. Eskiden atıp tutardım… En büyük benim!.. O kötü, ben iyi falan!.. Hani herkes yapar ya!.. Belki bu üslupla dile getirmezdim ama… Yaptığım şey çok önemli, esas hikaye budur derdim. Fakat, 1 sene sonra ‘esas hikaye’ dediğim konuya, galiba esas hikaye bu değil!.. Fakat, neyse, bunu yapmış bulunduk. Harbisini şimdi yapalım da görsünler derdim.

Zaten insanların kalkıp ömürlerini vererek, inanılmaz enerji sarf ederek yaptıkları işleri nasıl acımasızca eleştiririm. Yıllar geçtikçe, emek ne kadar acı, ne kadar yoğun bir şey, ne kadar zor bir şey… İnsan çok iyi anlıyor. Kendi emeğimden yola çıkarak söylüyorum bunu… Ha!.. o zaman başkasının emeğine de saygı ve dikkat! Hemde maksimum dikkat!.. Hiç değilse, maksimum insani saygı…

Yavaş yavaş bu tavra büründüm. 47 yaşındayım ve bir 10 yıl neredeyse bu muhasebelerle geçti ömrüm. Şimdi daha belirgin… Daha güvenli bir pencereden bakıyorum. Daha dikkatli, daha saygı göstererek bakıyorum. Peki şimdi soruyorum. Bunca türde üretilen ve sunulan fotoğrafı tek bir çatı altında toplayabilir miyiz? Fotoğrafın eleştirisi şu olmalı diyebilir miyiz?

– Tabi ki böylesi çetin bir durum şüphesiz söz konusu…

– Birde kim seçiyor fotoğrafları?.. İyi basın fotoğrafını basında çalışan fotoğraf editörleri seçiyor değil mi? İyi galeri fotoğrafını, fine-art anlamında… küratörler seçiyor. Galeri sahiplerinin de müdahaleleri oluyor kuşkusuz… Onun da başka bir dünyası var. Böyle cam çerçeveye koyup, resim ya da gravür gibi galerilerde sergilenen ve insanların gelip, satın alıp yine kendi duvarına astığı bir resme ya da bir gravüre, bir desene baktığı bakış açısıyla bakıp, fotoğraf camiasının ürettiği fotoğrafı kim değerlendirecek? Yani ortada tam bir kaos var. Fotoğrafın doğası da maalesef bu… Kimler karar verecek bu iyi, bu kötü diye? Kim?

– Fakat, bir ‘Fotoğraf Eleştirmeni’ tanımlaması yapılmalı öyle değil mi? Kimdir? Nedir bu fotoğraf eleştirmeni?

– Ama hangi fotoğrafın eleştirmeni?.. Sabit Kalfagil, Nikos’un (Economopoulos) fotoğrafları için; “Talebem olsa sınıfta bırakırım” diyor. Çünkü o fotoğraf’ta kompozisyonu öğretiyor. “El, kol kesik olmamalı… Yok buydu!.. Şuydu… kadraja girmemeli” diyor.

– Gayet, tabi ki haklısınız… Sabit Kalfagil’in mimari bir eğitim almış olmasının getirdiği bir yapısal takıntı fazlasıyla var. Fakat, benim öğrenciliğimin son yıllarında değişmeye başlamıştı. Economopoulos’un kadraja kenardan, köşeden giren ellerinin, kollarının, sanki sinyalizasyon işaretleri gibi, esas mevzuya odaklanmak için birer kılavuz olduğunu kabul eder oldu. Fakat, doğrudur, dediğiniz ifadeleri de kullanmıştır. Bende bizzat şahit oldum. Belki sizinde kendi adınıza belirttiğiniz üzere, geçen yıllar, sarf edilen emeğe ve yaşamdaki duruşa bakış açısının değişmesiyle, Kalfagil de fotoğrafı yeni bir bakış açısıyla değerlendirmeye başladı. 

Bunun paralelinde kendisiyle yaşanmış şahsi bir tecrübemi paylaşacak olursam; öğrenciyken, Belgesel Fotoğraf dersinde projelerimizle ilgili tashihler yapardık. Bir fotoğrafım vardı. Fotoğraf adım gibi biliyorum ki, ‘Kalfagilesk’ bir fotoğraf değil… Fotoğrafımı masaya koyup, “Hocam şimdi siz bu fotoğrafın falancasına kusur bulursunuz”, dedim. Fotoğrafın içeriğinden sebeple bana, “Sefaletin estetiği olmaz, ona bir şey söylenmez artık!” diye karşılık verdi. Kendimi tutamayarak, “Hayda!… hocam bunu bana siz mi söylüyorsunuz!” diye şaşkınlığımı dile getirmiştim. Ben şimdi merak ediyorum. Belirli bir fotoğraf dalında, mesela sosyo-belgesel tarzda bir fotoğraf albümü çıktı. Veyahut ta bir fotoğraf projesi sergilendi. Bu albüm ya da sergi ne tür bir yazıyla eleştirilecek?

– Bu sorunun cevabı olacak yazılar bizde şimdiye kadar neydi? Geniş Açı dergisinde yayınlanan, sergileri tanıtan yazılardı…

– Tanıtım!..

– Evet, tanıtım… Irak savaşıyla ya da Türkiye – Suriye sınırındaki bayramlaşma ile ilgili sergi filanca yerde ve zamanda açıldı. Albümü bilmem nereden yayınlandı diye, haberini duyurduktan sonra 1-2 paragrafta sergi ve albümün iyi olup olmadığına dair birkaç eleştiri kırıntısı görürdük. Tamamı bundan ibaretti…

– Doğrudur… Geniş Açı’nın yazıları sizinde belirttiğiniz gibi tanıtım niteliğine sahipti…

– Başka da mecra yoktu. Diğer fotoğraf dergilerinde hiç bu tipteki yazılara yer verilmiyordu. Ama bol bol reklamlar olurdu. Ticari camianın ürettiği ürünleri nteknik analizleri olurdu bol bol… Başka da bilmiyorum.

– Aaa!.. Biz (Gölge Fanzin) varız. Tabi underground tarzımızdan ötürü, eleştirilerimizi okuma fırsatı bulamamış olabilirsiniz. Fakat, bu ülkede ciddi anlamda eleştiri yazısını ilk Gölge Fanzin gündeme getirdi. Bakınız 2003 yılının güz’ünde yayınlanan ilk sayımız…

– Ben bir ara fanzininize göz atmıştım. Fakat, akşam tekrardan bir ara bakacağım. Sizin yapınızı ve yaptıklarınızı yeteri kadar incelemedim. Bilemiyorum…

– Eninde sonunda, bir sergi, bir galeriye asıldığında ya da albüm basılıp piyasaya çıktığında bu üretilerin değerlendirilmesi için bir takım temel kriterler vardır. Öncelikle bir meramı vardır. Olmalıdır… Yoksa o iş, -tabirimi bağışlayın- ikinci ayakta tıraş olur. Bir sunum kalitesi vardır. Bu sergi ise baskıyla, galeri koşullarıyla; albümse mizanpajla, vs. ile ilgilidir.

– Asgari bazı kriterler var değil mi?

– Sizin için bu asgari kıstaslar neler?

– Bunlarda bizim görgümüzle sınırlı…

– Yani şimdi dönüp dolaşıp, sosyo-kültürel açmazlarımıza bağlıyoruz durumumuzu…

– Niye dersen, yakın zamana kadar daha iyi baskı görmemiştik. Görmedik…

– Doğru…

– Fotoğraf icat edilir edilmez… birkaç sene içerisinde bir grup fotoğrafçı Pera’ya geldi, yerleşti. Paris’te, New York’ta, Chicago da hangi teknikle fotoğraf üretiliyorsa aynı teknikle, aynı kameralarla fotoğraf çektiler. Hatta, şimdi güzel bir sergi var Pera’da… Adı nedir?

– ‘Constantiniye’den İstanbul’a…’ olması lazım…

– Ah!.. Evet. Büyükçe de bir kitabı var. Şöyle bir baktım. Son derece yüksek kalitede baskılar, dönem için gereken neyse o… Fakat, sonra Cumhuriyet kurulunca, bütün 6-7 Eylüller falan filan… arka arkaya gelince, bu çoğu azınlık olan Ermeni, Rum zanaatçılar göçtü, gitti… Bir kısmı kayboldu, ortalıktan çekildi.

Bundan sonra ortaya hala hayatta olan, adını bildiğimiz, tanıdığımız bir kuşak çıktı. İşte, Ersin Alok, İsa Çelik, Gültekin Çizgen, Sami Güner, Şemsi Güner, Sıtkı Fırat, vs. Bu kuşaktan bize bir şeyler kalması gerekirdi. Bir baskı tekniği, mesleğin zanaat kalitesi, “Nasıl asit-free bir paspartu olur?”, “Sergide baskıya ışık hangi açıyla gelmelidir?” türevi bir görgü-gelenek kalması gerekirdi.

Kalmadı!.. Çünkü bu kuşak kendileri de böyle bir gelenek-görenek sahibi değildi. Bunu var etmek ve olgunlaştırmak içinde hiçbir çaba sarf etmediler. Bütün mesleki hayatlarını Turizm Bakanlığı’na afiş çekerek, idare eder kalite de baskılar yaparak, vs. geçiştirdiler.

Ne zaman ki, Ara Güler’in arşivindeki Salgadoları, bir takım vesilelerle yurt dışından gelen sergileri gördük… Yavaş yavaş… “Vay anasını!.. demek ki baskı bu kadar güzel… bu kadar etkili… bu kadar büyük olabiliyor… bu kadar iyi sunulabiliyor. Bu kadar herkesin dikkatini çekecek bir malzeme haline gelebiliyor…” dedik. Muazzam bir boşluk var aramızda… Muazzam! 
Tiyatroda, sinemada, edebiyatta böylesi bir boşluk yok. Bu branşlar kendi ustalarını üretmiş. Kimse çıkıpta, Yeşilçam zamanında sinema yoktu demesin. Yılmaz Güneyler, Lütfi Akadlar o zamanlar ürettiler… İlk çıkarken de Muhsin Ertuğrullar filan varmış… Yani kesintisiz gelmiş. Tamam. Darbe olmuş zayıflamış ama…. Bir ekol gelmiş…

Edebiyatta ise hiç kesinti yok. Hep ustalar varmış. Fotoğrafta ise muazzam bir boşluk var. Ancak şimdi İstanbul Fotoğraf Merkezi’nde Bülent Bey (Özgören), Mehmet Kısmet tüm bunlar iyi fotoğraf şöyle olmalı… selenyuma atılıp ömrü böyle uzatılmalı… demeye başladı. Tüm bunları daha yeni yeni konuşur hale geldik.

Ara Güler’in bende orijinal baskıları var. Kötü baskılar… fotoğraflar olağanüstü… fakat baskılar kötü… Ara Usta dahi, “Ya! şunları doğru dürüst, hukuku neyse öyle basayım” dememiş. Ansel Adams’ın Irving Penn’in gösterdiği özenin yüzde birini göstermemiş.

– Bu baskıları kendisi mi basmış?

– Tabi, tabi… Tamam, kabul edilebilirler ama mükemmel değiller.

Sınırlarını zorlamamış diyorsunuz…

– Hemde hiç zorlamamış. Yüzyılın başındaki, Beyoğlu’ndaki fotoğrafçılar kadar dahi zorlamamış. Ama kendi kuşağındaki adamlar iyice zorlamışlar. Bir Salgado Baskısı gördüğünde afallıyorsun… Bir Bresson Baskısı gördüğünde afallıyorsun… Ansel Adams’tan falan hiç bahsetmiyorum bile… Türkiye’ye onun kullandığı türde bir agrandizör dahi gelmedi. Ben bir ara büyük format çekeyim basayım dedim. Sirkeci piyasasını altını üstüne getirdim. 8×10 agrandizör getiren olmamış.

– 4×5 inç’lik“Omega” marka bir agrandizör var. O güzel bir alet mesela…

– O, güzel ama… 4×5 inç! Onun 8×10’u… 20×25’i var, onlar gelmemişler. Memlekette 20×25 kamerayla… Ansel Adams gibi büyük negatif çekip de, büyük negatif basan bir atölye bile kurulmamış… Dolayısıyla zanaat kendi limitini dahi zorlamamış.

– Bunun, bizim bir fotoğraf ekolümüzün olmaması durumunu ortaya çıkartan engellerden biri olduğunu söylenebilir mi?

– Bahsettiğim aradaki boşluğun çok büyük bir etkisi var.

– Peki, değişen ve gelişen güncel koşullar, ekolleşen bir fotoğraf anlayışının ortaya çıkmasına ne ölçüde faydalı olabilir? Bu konudaki ön görünüz nedir?

– Arkasında çok dikkatli bir ekonomik destek yoksa ekolleşmek mümkün değil… Mesela fotojurnalizmde bir ‘Magnum Ekolü’nden söz edilebilir. Şu an Tokyo’da da… Londra’da da… NY’de de Magnum ofisleri var olsa da, merkezleri Paris’tir. Magnum fotoğrafçılarının üçte biri Fransızsa, gerisi de diğer dünya ülkelerinden… Fakat, Magnum Paris’te kuruldu. H.C.B ve diğer arkadaşları kurduktan sonraki elli yıl içerisinde ajans iyi-kötü fotojurnalizmin merkezi halini aldı. İyi-kötü bir Paris Ekolünden bahsedilebilir. Hani, Henry Cartier Bresson’un sembolü olduğu… Boynunda küçük bir Leica; sokak sokak dolaşarak, küçük şiirler yazar gibi, hayata son derece kişisel bir bakışla objektifini yönelttiği…

Bunun arkasında şöyle şeyler yatıyor. Hiç akla hayale gelmez. Bütün Gamma, Sigma, Vu gibi ajanslar hepsi Paris’te kuruldu. Mesela, neden bütün bu büyük fotoğraf ajanslarının merkezi NY olmadı da, Paris oldu? Bu uçuş trafiği ve teslim süresi ile ilgili… Hafta sonları, dergilerin deadline’ı için fotoğraflar Paris’te toplanıyor. Laboratuvarlarda basılıyor… ve Time’dı… Life’tı… Paris-Match’tı… Stern’di… yok bilmem hangisinin kapağından girecekse… En ideal toplanma yeri, o zaman için Paris’ti. Dünya çapında bir olay seçilmiş ve yıkanmışsa, Life’ın kapağında yer alması gerekiyorsa, uçakla Life’ın deadline’ı gelmeden vaktinde yetiştirilebiliyor. Merkez NY olsa, hayli ters olurdu.

Merkez o zaman NY olsa ne olurdu? Hemen bir düşünelim. Şu fotoğraf Gandi’nin ölümü tamam… Bunu bir fotoğraf muhabirimiz çekti, basıldı. O da tamam. Fotoğraf bu hafta ki Paris Match’ın kapağında yer almalı dediğin zamana kadar, takvim farkından dergi basılmış oluyordu zaten… Yani saat farkında dahi işler karışıyordu. Bu yüzden de Avrupa olayın merkeziydi. Birde gayet tabi ki Avrupa’nın görsel geçmişi, resim geleneği filan vardı. Savaştan sonra 50’li yıllarda, Paris hoş görülü bir sanat merkezi karakterini taşıyordu. En renkli Amerikalılar, örneğin bir Hemingway bile Amerika’dan kaçıp, Paris’e gelip yaşıyordu. Cazcılar, mazcılar!.. Onu da artık külliyen kaybettik. Neyse!.. Şimdi bu Fransız üslubu… Bir stilin yeri ve de sebebi… 

Bernd ve Hilla Becher, hani şu karı koca… Büyük su depoları falan çekiyor. Bilirsin… İşte onlar, ya Frankfurt’ta ya Dusseldorf’ta bir fotoğraf okulunda profesörler… fotoğrafları da çok kuvvetli… İnsan yapımı ama mimarı artık belli olmayan, bir takım depolar, metal konstrüksiyonlar, su depoları falan çekiyorlar. Büyük makinelerle ve inanılmaz bir teknik mükemmeliyetçilikle bunları uyguluyorlar… Basıyorlar falan neyse!..

Bu ikilinin etkilediği bir grup insanda… ki bunlardan biri olan Andreas Gursky dahi, bu tatta işler üretiyorlar. Bunları tüm müzeler, fotoğraf kurumları, yayın evleri destekliyor. Ülkelerin Kültür Bakanlıkları destekliyor. Ve resmen, el birliğiyle dünya fotoğraf camiasına, ‘Alman Stili’ni sunuyorlar. Adamlar masaya sürüyor ürününü…

Mesela, İngilizler… Saatchi & Saatchi adlı bir reklamcı var. Milyarder bir iş adamı, bu adamın mali desteğiyle, dünyaya son dönemde, Çağdaş İngiliz Sanat Jenerasyonu sunuldu. Yüksek ücretler verip, bu jenerasyonun işleri alınarak desteklendi. ‘Turner Prize’ diye bir ödül ortaya çıkarttılar. Bu ödül önce 3-5 bin Sterlindi. Şimdi oldu 50 bin!..

Bir takım TV kanalları buna yatırım yaptı. Ödülün tören açılışı, Nobel Ödül Töreni gibi olmaya başladı. Hatta bir ara bizim Kutlu Ataman’da bu ödüle aday gösterilmişti. Yani adamlar bu ödülü bütün dünyada çağdaş sanatın Nobel’i haline getirdiler. Ekolleştirdiler.

– Turner, çağdaş sanat formatlarına uygun her türlü sanat dalına açık bir ödül değil mi? Sadece fotoğrafa yönelik bir ödül değil…

– Doğru! Çağdaş sanat eseri formatına uygun tüm disiplinlere… Evet, ben şimdi biraz fotoğrafın dışına çıktım. Eee!.. “Bir Türk Ekolü, bir ekol nasıl yaratılır?” Onu anlatmaya çalışıyorum. Adamlar demin bahsettiğim gibi bir ‘Çağdaş İngiliz Ekolü’ yarattılar. Fotoğraf’ta ‘Çağdaş Alman Ekolü’ yarattılar. Fakat, o fotoğraflara 200 bin Avro ödeyerek, Dusseldorf’ta, Hamburg’da…

Orada burada, müzelerde 1’er 2’şer asarak, Alman yaparsa böyle yapar, mükemmel yapar diye. Ha!.. Ama bir suni aura yaratıldı. Yani 500 Dolara patlayan 2 metrelik fotoğraf… hiçte Fransız fotoğrafında bize ulaşan o duygusal auraya sahip olmayan bir bina… Ama bir Alman mükemmeliyetçiliğiyle, yarım metre boyunda bir negatifle çekilmiş falan… Bu Alman tarzına uydu ve bunu dünyaya sundular…

Peki biraz geriye gidelim. Yüzyılın başında New York’ta Moma’da, ‘Armory Show’ diye bir sergi açıldı. 1905, 1907 ya da 1914 olabilir. Tam hatırlamıyorum. Yüzyılın başı harpten önce… Bu sergide bütün Avrupa ressamlarının en iyi işleri toplandı. Avrupa’da böyle resim yapılıyor diye…

Bu Kleeler, Cezanneler, Picassolar, Matisselerden oluşan bir sergiydi. Muazzam bir etki yarattı. Çünkü Amerika kuruluşunu tamamlamış, iç savaşını bitirmiş, derin bir nefes almış. Muazzam doğal kaynaklara sahip, ağır ağır bir burjuvazi oluşuyor. Akıl almaz paraları var. Kendilerine özgü bir güvenleri var. Fakat!… Sanat yok!.. Sanat yapmak değil, canını kurtarmak derdine düşmüş göçmenlerin oluşturmuş olduğu, dini tutuculuktan kaçan İrlandalıların, yine baskıdan kaçan Portekizlilerin, İspanyolların, oluşturduğu bir ulus.

Bakıyorlar ki muazzam zenginler; limanlar, gemiler, endüstri, tamam. Eee!.. Para da var. Ama düzeyli bir burjuvazi yok. Ve sanatları da yok. Bir anda Armory Show’a baktıkları zaman, “Vay be! Demek, Avrupa sanatı bu! Muazzam bir sanatları var” diyorlar. Ondan sonra Guggenheim, Rockefeller Ailesi gibi aileler devreye giriyor.

Şimdi, bizim bir takım ailelerin memlekette yaptıkları gibi, “Nerede bizim müzemiz?”, “Nerede bizim burjuvazimiz?” diyerek, 2 kuşak öncesindeki at hırsızları müze açıyorlar. Ve şöyle diyorlar… “Eğer bir genç ve dinamik bir Amerikan Sanatı olacaksa, tuvallerde büyük olmalı!” Ama 5 metrelik bir tuval üzerine boks sahnesi resmedemezsin. Bir kızılderili reisinin resmini yapamazsın. Neden böyle diyorum? Çünkü, Armory Show’a kadar Amerikan ressamları ya vahşi batıda kovboy ya da kızılderili portresi çiziyorlardı. New York’taki boks maçlarından enstantaneleri resmediyorlardı.

O zaman soyut olmalıydı resim… Amerika; bir sürü dinin, ırkın, dilin oluşturduğu bir ülke… O vakit, tarihi bir geçmişten söz edemezsin. Hangisinden besleneceksin? İrlandalı’nın mı? İngiliz’in mi? Alman’ın mı? Hiçbiri dominant olamaz. Amerika mantığıma da uymaz zaten… Abstre olsun demişler… ve başlıyor; Pollocklar, de Kooningler, Mark Tobeyler, Arshile Gorkyler, Rothkolar, vsler işler üretmeye… Bütün o bildiğin Amerikan Abstract Ekspresyonizmi ortaya çıkıyor. Ve minimum ebadı 3-5 metre olan o dev tuvaller.

Tabi müzelerde çok büyük ve bunu resmen pişiriyorlar. Çok yetenekli ressamlar grubu bunlar aralarında Türkiye doğumlu bir Ermeni de var. Arshile Gorky… Çok acılar çekmiş bir adam. Bir ekol milyonlarca dolar dökülerek böyle oluşuyor. Her şeyden önce bu bir misyon… O sanatçılar besleniyor. Yaptıkları alınıyor. Destekleniyor. Bunun teorisi yaratılıyor. Eleştirisi yaratılıyor. Yanlış giden şeyler söyleniyor. Doğru olanlar ödüllendiriliyor. Tuval ısmarlanıyor. Bir milyarder evine 5 tane Pollock alıp asıyor. Sonra toplayıp bunları Paris’te sergilemeye getirmeyi teklif ediyorlar. Bizim olayımız budur. Bütün bunları sergileyecek yapıda serginiz var mı? Bir cadı kazanı kaynıyor resmen…

– Dersiniz ki, bahsettiğiniz türde bir yapılanma olmadığı sürece ülkemizdeki fotoğraf anlayışının bir ekol halini alarak tüm dünya da ses getirmesi mümkün olmayacak. Doğru mudur?

– Yok! Yok! Bu şartlar oluşturulmadıkça bunun mümkünatı yok… Türkiye’de bulunan ortalama 300 galerinin hepi topu 1-2 tanesi, o da kerhen fotoğraf sergiliyorsa, bu iş olmaz. Şimdi anlatabildim mi? Bir ekol nasıl oluşuyor? Öyle durup dururken; ‘Bulgar Fotoğraf Ekolü’, ‘Kazakistan Fotoğraf Ekolü’ oluşmaz!.. Zaten yok… Yemezler!.. Ortaya bir ekol çıkabilmesi için 100’lerce milyon dolar dönmüş olması gerekli… düzinelerce insanın kafa yormuş olması lazım… sayısız müzenin, yayının, ödülün, promosyonun, desteğin çıkması lazım… Hiçbir şey yok daha… Resim koleksiyonu da yok… Hemde 4000 koleksiyoncuya rağmen. Daha ne olsun!

– Peki, fotoğraf daha avama mahsus mu görülüyor? Niye koleksiyonlara girmiyor?

– Bizde girmiyor. En son fotoğraf rakamlarını okudukça aklım duruyor. Diane Arbus’un fotoğrafı 800 bin dolara satılıyor, Cindy Shermann milyonlarca dolara çalışmalarını satıyor.

– Cindy Sherman’ı pop müziğin kraliçesi Madonna’nın da epeyce bir desteklediği söylene gelir…

– Benimde demeye çalıştığım işte bu! Dünya üzerindeki müzelerde, kimi resimlere baktığın zaman, bilmem kimin yatak odası için yapılmıştır. Bundan ötürü yuvarlak falan kesilmiştir.

Bizde ise Mehmet Güleryüz’e 1 milyon dolar verip, Ankara’da bir otelin lobisine, 3’er 5’er metrelik, ya 6 ya da 12 panelden oluşan hepi topu bir iş yaptırdılar. İlktir bu! Bunun gibi yüzlerce olması lazım…

Bildiğimiz Guernica bir sipariştir. İspanyol Ticari Pavyonu’nun, Paris Sergisi’ndeki bir dekor resmidir… Dekor derken… Fuarın bir duvarı için, Cumhuriyetçilerin Picasso’ya verdiği bir sipariştir. Franco’ya karşı mücadele eden Cumhuriyetçilerin simgesi olmuştur. Franco’nun Hitler destekli uçaklarının bombaladığı, Guernica Kasabası’nın acısının resmidir.

– İspanya’da durum böyleyken, Türkiye’de Kuzgun Acar gibi önemli bir heykeltıraşımızın Ankara – Kızılay’daki, Emek İş Hanı’nın cephesinde yer alan ‘Türkiye’ isimli işi -12 Eylül’ün hışmına uğrayarak- sökülüp depolara kaldırılıyor. Ardından bu da kesmeyip, hurdacıya satılıyor.

– Moskova’da devrim sonrası sanatçıları Moskova Metrosu’na; mozaikti, heykeldi, oydu, buydu… binlerce iş yaptılar. İnanılmaz!.. İnanılmaz!.. Yer altında bir müze adeta… Louvre’un 10 katı… Ressamlar, heykeltıraşlar, dekoratif sanatçılar hepsi beslenmiş oradan, olağanüstü paralar almamışlar. Devrimin heyecanıyla üretmişler. “Sayın Bedri Baykamov, 20mx5m’lik bir istasyonu sen yap’” demişler. “Tamam” demiş, yapmış adam da…

Mesela batıda bir mimari eserin bütçe olarak %5’i sanat eserine ayrılır. Ya girişe bir mozaik ya avluya bir heykel… Hukuken de var. Bizde bu binde bir oranında falan… Onunda uygulananı tek tük… Olsa olsa, Mecidiyeköy’de filan dandik… çük gibi bir heykel görürsen görürsün. Hukuka uyan yaptırıyor. Fakat, dediğim gibi o kadar az ki… Demek ki hiç uyulmamış bu hukuka…

– Batılı fotoğrafçı dostlarınız, meslektaşlarınız var. Onlarla oturup, fotoğraflarınızı konuşabiliyor musunuz? Onların tarzı, tavrı nedir işler ile ilgili konuşulurken? 

– Tabi ki mesela Koudelka en son geldiğinde bende kaldı. Şunlara (son projesinin fotoğraflarını kastederek) 3 gün boyunca baktık. Başka türlü bakıyor adamlar…

– Çekincesizce dillendirebiliyorlar mı gördükleri şeyleri?

– Tabi, tabi!.. Kadraj yapıyor. Alex (Webb) ve Nikosla (Economopoulus) çok yakın dostluğumuz var. Onlarla iyice dedikodu yapıyoruz artık.

– Fotoğraf camiamızın entelektüel seviyesini nasıl buluyorsunuz?

– Son derece sığ. Hemde son derece… Mesela ben bizim fotoğrafçılarla resim konuşamıyorum. Ben akademide resim eğitimi gördüğümden ötürü resim tarihini çok iyi biliyorum. Cindy Shermann’a baktığında muazzam şekilde Avrupa resim tarihinden beslendiğini görüyorsunuz. Rönesans’ı almış öylesine hazmetmiş ki, kadın olmayan bir Rembrant resminde yer alan bir figür gibi giyinmiş. Bir kare sonra bir Velasquez sahnesi ya da erken Rönesans döneminin bir portresi gibi kendini makyajla o hale getirmiş. O kadar iyi biliyor ki…

Marry Ellen Mark resim eğitimi görmüş. Yine Henry Cartier Bresson da öyle…

Bizde resmi bilmezler. Bilenlerde üstünkörü bilir. Bir hafta eve kapanıp çalışsan, felsefe konusunda da biraz bilgi sahibi olabilirsin. Sinemayı da bilebilirsin. Benim kastettiğim kafa yormak. Erken Barok ile Geç Barok’u birbirinden ayırt edebilmek. Carravagio’nun ışığıyla, George Delatour’un, Rembrant’ın ışığının arasındaki farkı bilmeli.

Bu sanki melek gibi dışa doğru ışıyan bir ışıktır diyebilmelidir. Vermeer Hollandalı bir ressam, adamın resmen Vermeer ışığı diye bir ışığı vardır. Mesela, fotoğrafçı Irving Penn, Vermeer ışığı kullanır. Yapay ışık kullanmaz. Hep o kendi yaptığı branda bezinden düzeneklerle, gün ışığını dilediği gibi kullanır. Şimdi derdimiz ışık! Kaç fotoğrafçımız kafa yorup ta, ‘kim?’, ‘hangi dönemde?’, ‘hangi ışığı kullanmış?’ diye kafa yormuştur. Bilmezler! Dolayısıyla arada entelektüel muhabbet oluşmuyor o vakit. Topu topu birkaç kişi bilir…

– Memlekette fotoğrafçılardan oluşan bir grup bir araya geldiğinde, teknik donanım ve uygulamalardan başka pek bir şey konuşamıyoruz.

– 60’larda Leica tipi makineler ve yeni optikler çıktığında Magnumdakiler aralarında, “Aha!.. yeni optik” diye konuşurlarken, Henry Cartier Bresson, “Artık fotoğraf bitti, herkes teknik konuşuyor” diyor. 60’larda piyasada daha sadece 3-5 lens, 3-5 kamera var.

– Birazda projenizden bahsedelim. Yaklaşık 2 buçuk, 3 seneden beridir bu proje üzerinde çalışıyorsunuz sanırım.

– Hemen hemen bitti. 15 tane kadarı, 22.Uluslararası Mimarlık Kongresi esnasında İstanbul Modern’de sergilendi. İşte şunlar… İlk defa o zaman görücüye çıktı. Bu etkinliğin kataloğu dışında henüz hiçbiri yayınlanmadı. Bir kitap olacak 100-120 arası ve büyük boy bir kitap 35cmx50cm ebatlarında… Büyük bir sergisi olacak. Bunlardan bir kısmı 3-4 ay önce Brüksel’de sergilendi.

– Brüksel’de nerede? Nasıl bir vesileyle? Kişisel bir sergi olarak mı?

– Yok. Fransız Enstitüsü’nün desteğiyle sergilendi. Orada, Museum van de Hallepoort/Musée de la Porte de Hal’de sergilendi. Şato gibi eski bir bina. 2007’de Atina’da Benaki Müzesi’nde sergilenecek. Türkiye’de, ‘İstanbul’ adı altında toplu sergisi için, kitabın çıkmasını bekliyorum. Sponsor bulup kitabı basarsak, 40-50 bin dolara patlayacak. Pahalı bir kitap olacak. O zaman Türkiye’de büyük bir sergisi olacak.

– Projenize başlamanıza vesile olan düşünce neydi?

– Ara Güler’in 1950’li yıllarda yaptığı İstanbul etüdü, Ara’nın en çok sevdiğim işleridir. Çok lirik işlerdir. Ondan sonra dişe dokunur bir İstanbul etüdünün olmadığını biliyoruz. Bir Selahattin Giz’in çok güzel, “Beyoğlu” var.

Ben uzun süreli projeler yapmaya bir biçimde alışkınım. Yapım gereği böylesi bir sabır gösterebiliyorum.. Dedim ki öyle bir şey yapayım ki ses getirsin. Ses getirsin derken… İddialı olsun. Bunu da 35 mm ile yapmayayım da, panaromik olsun. Büyük basıldığında bir şey anlatsın. Tek tek bir hikayesi olsun fotoğrafların… Ve 6X17 bir kamerayla, ki kendi malım değildir. Bir Fujiyama ile cepten harcayarak, 2 yılı aşkın bir sürede 3000 makara film çekerek bu projeyi yaptım.

– Peki, bu meşakkati çekmeseniz, projenizi bir sponsor ya da mesenden yardım alarak yapsanız, bu size nasıl yansırdı? Maddi sıkıntılar çekmeniz projenize nasıl etki etti?

– Ah! Ah! Olsa… Daha çok çekerdim. Mesela dün bütün günümü film yıkayarak geçirdim. Keşke filmlerimi işinin ehli birisine yıkatsam. Bir konuyu dört kere çekiyorum. Eskiden bir konuyu Leica ile 36 poz çekerdim. Bir önceki kitabımı Kodak desteklemişti. 500 makara film vermişlerdi. Çok rahat davrandım. Nitekim, Bahtabakan albümünün arkasında Kodak’a teşekkür var. Mesela, bir portre mi çekeceğim. Bir makarayı rahatlıkla harcayabiliyordum. Bir seans yani. Bu projede zaruri 4 kare ile bitiriyorum. Daha ekonomik olmak zorundayım. Daha dikkatli olmak zorundayım. Fakat, destek olsa 3000 değil 10000 çekerdim. Daha rahat olurdum.

– Sizin bir tür oluşum oluşturmakla ile ilgili bir fikriniz olduğunu hatırlıyorum. Sanırım ekonomik krize rast geldiğinden projenin güme gittiğini söylemiştiniz. Doğru mu hatırlıyorum?

– Evet. Bir Coğrafya Vakfı kurmaya yeltendik. O vakit, birçok yere de durumu ilettik.

– Nasıl bir vakıf olacaktı?

– National Geographic Vakfını örnek alarak… Washington’a National Geographic’e İpek Yolu’nu gittim sundum. National Geographic kuruluşundan çok etkilendim. Böyle bir şey kuralım ama daha fotoğraf ile ilgili bir şey olsun istiyordum. Herkesin evinde iyi-kötü bir arşivi var. Ama ne yapacağını bilemiyor. Mesela adam Denizli’lidir.

5 sene boyunca Pamukkale’yi öylesine çekmiştir ki, hakikaten de elinde hiç kimse de olmayacak nitelikte bir Pamukkale koleksiyonu vardır. Evinde dolabında durur. Ne yapacağını bilemez. Ne bileyim bir Ergun Çağatay, Orta Asya’yı çekmiştir. Vardır arşivi, bir kitap yapmaya çalışır 20 yıldır, yapamaz. Ben dünyanın yarısını gezdim elimde 1 milyon dia var. Bilmiyorum ne yapacağımı? Ancak birileri isteyince, 3 kuruşa satıyorum.

– Bu fotoğrafik bir banka niteliğinde mi olacaktı diyorsunuz?

– Bir havuz olacak. Bu havuz para da kazanacak. Yayınlarda yapacak. Kitaplarda basacak ve çalışmak isteyen insanlara geri dönüşümde sağlayacak. Toplu filmler alacak, sponsor olacak. Küçük çekim görevleri verecek falan… Kale Seramik ile ilişkilerimiz o vakit çok sıcaktı. Onlarda destek olup, bir yerlerde bu yapılanmayı oluşturmamız için yardımcı olacaklardı. Oldukça umutlanmıştım ama önce kriz… sonra da deprem… Dengeleri değiştirdi.

– Bu celse kapandı mı diyorsunuz? İlerleyen zaman zarfında durum değişebilir mi?

– Olabilir. Şimdi bir sürü yer var. Fotoğrafevi, İstanbul Fotoğraf Merkezi, Müzede (İstanbul Modern) fotoğraf bölümü var. Fakat, ‘otorite’ kıvamında bir yer yok. Belki böylesi bir yer, Türk Fotoğraf Ekolü’nün oluşmasına öncü olabilir. Mesela, bu senenin en iyileri gibi bir sergi açardı. Ama her alanda… Çok büyük rakamlar gerekiyor. Hakikaten destek gerekiyor. Olgun bir burjuvazinin de olmaması bunu etkiliyor. En iyi sanatçılarımıza sahip çıkamadık. Hepsi dışarılarda öldü.

– Şehir dışına çıkıp başka illere gittiğimde, oradaki fotoğraf camialarının bir sıkıntısı olduğunu gözlemliyorum. O da şu; ülkemizde fotoğraf; İstanbul merkezli, hatta fotoğraf adına her şey İstanbul’da üretilir gibi bir hava var. Hatta, bunun en güzel göstergesi de ‘Fotoğraf Sempozyumu Olayı’ Hatırlar mısınız?

Bir Ulusal Fotoğraf Sempozyumu skandalı söz konusu olmuştu. Ankara hali hazırda böyle bir şeyi defalarca organize etmişken, İstanbul’da ‘1.Ulusal Fotoğraf Sempozyumu’ diye bir etkinlik yapılmış ve iki camianın arasına adeta kara kedi girmişti. Ardından cılız bir 2.sini yaparak İstanbul’daki etkinlik sürdürülmeye kalkışıldı. Sanırım sonra bir 3.sü olmadı. Sadede geldiğimde diyeceğim o ki, biz kendi fotoğraf camiamız içerisinde de birbirimizle barışık değiliz.

– Pasta küçük olunca… Herkesin eli vıcık vıcık o pastada…

– Maksadım ümitsiz bir tablo çizmek olmasa da, ben bu durumumuzun önüne geçilemez olarak görüyorum.

– Ben hiç umutsuz değilim. Tek tek değerli sanatçılar çıkacaktır. Ki çıkıyor da zaten… Çok iyi, genç kuşaklar yetiştiğini görüyorum. Ayrıca internet çok iyi bir demokrasi ortamı sağlıyor. Ben burada gördüğünüz albümlerin çoğunu dişten tırnaktan arttırarak yüklü paralar ödeyerek aldım. Şimdi hiç parası olmayan bir talebe internet’e girip üretilen hemen her şeyi görebilecek durumda… Bu muazzam bir demokratik ortam hazırlıyor. Bu yeni koşullarda yepyeni kuşaklar yetişecektir.

– Daha uzlaşmacı bir jenerasyonun geldiğini mi söylüyorsunuz?

– Daha tutkusuzlar, daha tembeller, daha az emek sarf etmenin peşindeler, birde emeğe saygı duymayı bilmiyorlar. Bizim jenerasyonun ortaya koyduğu yekunu, ortaya koymak için kıçtan ne kadar ter akıtmak gerektiğini anlayamıyorlar. Belki de bu gençliğin getirdiği bir şey… Sanırım Fellini’nin lafıydı. “Gençlik olağanüstü bir şey ama gençlerin elinde çar çur olup gidiyor” Fakat, yüz ağartan birçok şeyde çıkıyor. Nuri Bilge’nin filmleri, Nobel… Bütün bunlar güzel gelişmeler. Teşvik edici…

– Peki, NarPhotos’u biliyor musunuz? Haklarındaki düşünceleriniz neler?

– Çocukları tabi ki tanıyorum. Böyle bir oluşum olsun tabi ki… Fakat, henüz ürettikleri ciddi bir şey görmedim. Çok iyi niyetli olduklarını, çok çalışkan olduklarını biliyorum ama henüz beni çarpan bir şey görmedim. Ya çekiyorlar sunamıyorlar ki, bu hepimiz için söz konusu olan bir problem. Bende bu projemi (panoramik fotoğraflardan oluşan son projesini kastederek) iyi de olsa, kötü de olsa sunamazsan yok! Hatta daha da ileri gideyim. Nikos’un Atina’daki, Benaki Müzesi’nde bir sergisi açıldı. Photographer adı altında da koca bir kitabı çıktı.

En son Josef Koudelka buradayken, o kitabı ona gösterdim. Baktı… baktı… Kendi üslubuyla, “İşte problem de bu!.. Dağıtımcı tarafından tüm dünyada dağıtılmayan bir kitabın varlığından bahsedilemez” dedi. Çünkü kitap Yunanistan’da çıkmış, başka hiçbir yere dağıtılmamıştı. Benim İpek Yolu, 5000 kopya basıldı. 4000 kopya Türkçe ve 1000 kopya İngilizce olarak. İyi kötü epey bir dağıldı. Bahtabakan ise 2000 basıldı. Ben onun 300-400 kopyasını tanıdığım insanlara elden verdim. Belki bir 500 adette satılmıştır. Fakat, kitabımın Türkiye sınırlarında bilinirliği var. Gönül isterdi ki Thames&Hudson basıp, tüm dünyaya da dağıtsın.

– Peki, böyle bir şeyin olması için koşulları zorladınız mı?

– Şimdi zorluyorum. İpek Yolu’nun röportajları tüm dünyada yayınlandı. Hollanda’da küçük bir ajans sahip çıkarak, yaklaşık 50 yerde yayınlandı. Geo da dahil birçok dergide yayınlandı… Uluslararası çarkın içerisine girmek lazım. Aksi halde işiniz basılır ama ülke sınırlarını aşamazsınız. Herkes buna çaba göstermeli… İnternet’te site yapmakla bitmez bu iş… Londra’da, Paris’te boy göstermek lazım. Bunun içinde bir know-how birikmesi gerekli, birilerinin buna para koyması, gönlünü vermesi gerekli… İşlerimizin bir yerlerde satılması, sergilenmesi gerekli… Yaptığım işten iyi bir para almalıyım ki, o parayla uçup gidip oradaki galerilerle irtibata geçebileyim.

– Kafanızda daha başka ne gibi projeler var?

– Burayı ufak bir galeriye dönüştürmek istiyorum. Buranın mülkü kendimin. Işıklandırıp falan, bu resimleri çerçeveleyip filan. Ayda bir küçük bir kokteyl düzenleyip, ikramlarda bulunarak eşe dosta…

– Sadece kendi işlerinizi mi sergileyeceksiniz?

– Başlangıçta kendi işlerim. Belki sonra diğer arkadaşlarımın işleri de sergilenebilir. Buraya benim hesabıma göre, küçük küçük basıp, asarsan 70-80 resim rahatlıkla sığıyor. Bunları evden, makul fiyat vererek satmak istiyorum. Sadece bu işi yapayım istiyorum. Para kazanmak için sadece inandığım işi yapmak istiyorum.

– Resime neden ara verdiniz? Bir tür küskünlüğünüz mü var?

– Yoo!.. 84’te asistan olmuştum akademiye, 86’ya kadar sürdü asistanlığım. Biraz sıkıldım. Birde dünyayı merak ediyordum. Ya şimdi, ya da hiçbir zaman dedim kendime… Atlayayım, gideyim, göreyim… Asistanlıktan hemen istifa ettim. Hindistan’a doğru yola çıktım. O zaman mecburen resmi bırakıp, yollarda fotoğraf çekmeye başladım. O yolculuk Hürriyet’te yayınlandı. Onun parasıyla seyahat ettik. Seyahat ederken, hem resim hem fotoğraf olmazdı. Malum, bir koltukta iki karpuz olmuyor. Giderek sonra fotoğrafın bakirliği, hakikiliği ve bir ayağının yere basıyor olması, gerçeklikle ilgisi filan… Sonra yavaş yavaş, Magnumdakiler, Koudelka… Salgado… Onları keşfettim.

Yolculuk bittikten sonra, fotoğrafın içimde büyüttüğüm ideale uyan bir malzeme olduğunu fark edince, fotoğrafı bırakıp, bir daha da resme dönmedim. Yapmak istediğim resimlerin fotoğraflarını çekmeye başladım. Uzun yıllar Atlas’ta renkli röportajlar yaptım. Onun dışında işlerim Geo gibi dergilerde yayınlandı. Sonra siyah-beyaz fotoğrafın tadını alınca, “Bu söylemek istediğim şeyi söylemeye yetecek malzemedir. En uygun dil budur” dedim.

– O zaman böylesi bir tercihte bulunmanıza bu yolculuk sebep oldu?

– Evet, yolculuktan sonra anladım bu durumu… Döndükten sonra küçük bir karanlıkoda kurup, siyah-beyaz fotoğrafı denemeye başladım. Bahtabakan’ın ilk kareleri filan o zaman çıktı. Derken bir Paris’e gittim. Koudelka’nın Çingeneler kitabını aldım. Onu aldığım zaman “Vauvvvv!” dedim. Demek ki bu minicik makineyle bu kadar derin bir dünyaya girilebilir. Bu kadar samimi, bu kadar içten… Bu kadar hakiki… Tamam! Dedim o zaman…

– Nikos Economopoulos’un, On The Road atölyesinin maksadı nedir? Bu konuda bir fikriniz var mı? Sanki tamamen ticari bir maksat taşıyor izlenimi bırakıyor bende…

– Geçim derdidir be!..

– Economopoulos yaptığı işlerden yeterince para kazanmıyor mu ki?

– Hiç zannedildiği gibi bir para kazanmıyor. Emin olun hemde hiç!.. İnanmazsınız, Alex’te (Webb) kazanmıyor. Tek tük baskı satıyorlar… Tek tük fotoğrafları albüm kapağı oluyor. Tıpkı, Koudelka gibi sıcak haber takip etmeyip, ağır bir tempoyla kendi fotoğraflarını çekiyor. Fakat, Koudelka kadar büyük değil albümleri… Koudelka kadar dünya çapında basılıp, dağıtılmıyor. Sonuçta emin ol, On the Road atölyesi geçim derdi, başka bir şey değil! Minibüsüne 5 öğrenci alıp atölye düzenliyor. Bu atölyenin sağladığı imkan sayesinde, kendi istediği seyahati de yapabiliyor.. Emin olun Yunanistan’da da fotoğraf çarkı pek büyük değil.

Amerika’ya, New York’a gittiğimde Mary Ellen Mark ile tanıştım. Kendisine İpek Yolu’nun dosyasını verdim. O da bana albümlerini imzalayarak hediye etti. İnanın!.. Ofisinde 8-10 kişi çalışıyor. Duvarlar Amerika’da muhtelif eyaletlerde açılan sergilerinin afişleriyle dolu… Hint Sirkleri, Faulkland Road, vs. Bu işlerin sergileri eyalet eyalet geziyor. Eee!.. 52 eyalet var. Her eyalette inanın, İstanbul’da var olandan daha fazla müze var. Mesela, Cincinatti Fotoğraf Müzesi, Oklahoma Fotoğraf Müzesi, Boston… Avedon’u Texas Fotoğraf Müzesi desteklemiş. Bunun memleketimizdeki karşılığı, benim projemi Mardin Fotoğraf Müzesinin desteklemesidir. Var mı ki böylesi bir şey!.. İstanbul’da dahi desteklemiyorlar.

– Magnum tayfasıyla aranızdaki ilişkiler nasıl gelişti?

– İlişkiler önce Nikos (Economopoulos) ile başladı. Pamukbank Galerisi varken, beraber Atina-İstanbul kitabı yaptık. Engin Hanım (Özendes) yönetti projeyi… Tarih Vakfı aracılığıyla 5 kişi Atina’yı, 5 kişide İstanbul’u fotoğrafladı. “Merhaba İstanbul Hei Atina”… İzzet Kehribar, Ara Güler, Sinan Koçarslan, Cem (Turgay) ve bendim. Yunan fotoğrafçılardan birisiyse Nikos’tu. Böylece Nikos ile tanıştık. O geldiğinde burada (evini kastederek) kaldı. Sonra keyif için İstanbul’a bir daha geldi. Karısı ve çocukları ile beraber…

Evde o ara müsaitti. Kaynatıyoruz beraber… Hatta evde parti filan veriyoruz. Rakılar, balıklar filan… Giderek muhabbeti ilerlettik. Sonra 3-4 defa daha geldi. Ardından, Alex (Webb) ile tanıştık. Ona, bak Nikos gelince burada kalıyor dedim. Sende istersen kalabilirsin. Böylelikle o da burada kalmaya başladı. Derken Pinkhassov, Bruno Barbey, şunlar, bunlar… En son Josef (Koudelka) kaldı. Benim için, O’nun kalması tam bir zirveydi. Tıpkı, edebiyat sever birisinin evinde, Dostoyevski’nin kalması gibi… 1 hafta kaldı. Muazzam şekilde fotoğraf konuşuldu. Mesleğin incelikleri ile ilgili muhabbetlere giriyorsun . Bu da oldukça faydalı oluyor. Hayat konuşuldu. Dostluk ilişkileri kuruldu.

– Siz o zaman yavaş yavaş Magnum’un İstanbul merkezi haline gelmişsiniz… (gülüşmeler) 
Pamukbank koleksiyon yapıyordu. Banka kapanarak, Halk Bank’a geçişi sürecinde muhtemelen ‘Pamukbank Koleksiyonu’ da onlara geçti. Gölge Fanzin olarak, koleksiyonun akıbetini sorgulamayı düşündüğümüz bir kampanya başlatmayı düşünüyoruz. Bu konuda siz bir şeyler biliyor musunuz? Ne oldu akıbeti koca koleksiyonun?

– Vallaha, o koleksiyonun akıbeti meçhul… Benim de 20-30 kadar fotoğrafım vardı. Hani bir dönem yapılan Atina-İstanbul sergisi için verdiğim fotoğraflar…

– Sakın, Paul Mcmillan’ın evinin duvarlarını süslüyor olmasınlar… 
– Zaten bir kısmını Mcmillan kendisi satın almıştı. Baya para verip satın alıyordu. Fakat, hakikaten de, “O koleksiyona ne oldu?” Bak onu bende bilmiyorum.

– Ne güzel kendi çapında bir kütüphanesi de vardı, değil mi?

– O kütüphane falan da hep Mcmillan’ındı. Küçük ama ışıldayan bir yerdi. Oradaki sergi açılışlarına 8-10 kamera, televizyon haberi yapmak için gelirdi. Resim sergilerinde bile böylesi bir ilgi olmuyordu. Her bankanın 50 tane resim galerisi var. Hiç değilse 1 tane fotoğraf galerisi de olmalı.

Exit mobile version